Yazdığım ve yaşadığım hiçbir şeyden emin değilim artık. İnsanların ikinci yüzlerini göreceğim günü öylesine değil, ölesiye merak etmekten başka bir uğraşım da yok bu aralar. İyiler nereye kadar iyi, kötüler çizginin neresinde kötüleşiyorlar? Deve kuşu ne kadar deve, ne kadar kuş, oturup bunları düşünüyorum.

Şunları düşünerek yaşamaya devam ediyorum sonrasında, dünya denilen bu kara parçası kendi başına tek başına bir kara parçasıyken, oturup üşenmeden bu kara parçasını sınırlara bölmek fikrini ortaya ilk kim attı? Cidden acilen cevap verilmesi gereken bir konu bu bence? İnsanlar kendilerini durup dururken niye sınırlandırmak isterler ki? Nasıl bir açıklaması vardır bunun?

Ve şimdi de şuradan devam edelim düşünmeye; hepiniz ayrı hayatların ayrı figüranlarısınız, evet yahu figüranlarısınız yanlış falan yazmadım. Baş rol oyuncusu olduğunuzu düşünüyordunuz kendi hayatlarınızın değil mi? Yok öyle bir hayatınız, farkına varın artık. Yahu kendi adınızı bile kendiniz belirlemiş değilsiniz, hangi hayatın baş rolünde olduğunuzu düşünüyorsunuz!? Bırakın bu kendinizi kandırma oyunlarını artık.

Sonra devam ediyorum düşünmeye; hayatınıza dahil ettiğiniz bir insanı, işte hayat artık ne kadar sizinse ağız alışkanlığı olduğu için öyle söylüyorum, yoksa sizin kendinize ait bir hayatınız yok, öyle olsaydı kaybetmeye mahkum olmazdınız. Aslına bakarsanız hiçbir şey size ait değil, siz de hiçbir şeye ait değilsiniz. Çok derin mevzular bunlar içine girsek, çıkamayız. Daha da kördüğüm olacağız. Ha ne demiştik en başta, hayatınıza birini dahil etmiştiniz en son, evet… Hayatınıza birini dahil ediyorsunuz, hayatım dediğiniz işte size sunulan yaşantının merkezine oturtuyorsunuz, elinizden geleni ardınıza koymuyorsunuz, eline diken batsa önce sizin canınız yanıyor, başı sıkışsa siz nefessiz kalıyorsunuz. Hepinizin başından geçmiştir işte, değer vermişsinizdir, yere göğe koyamamışsınızdır. Onsuz yaşayamamak değil de, onla beraber yaşamak daha cazip geldiğindendir belki de hep yanınızda olsun istemişsinizdir, ayrı bir değer yüklemesi yaptığınız insanları, yahut sonrasında bu kadar yüklemenin getireceği ikinci bir kişilik sebebiyle “insan” demeyelim de insan müsveddesi diyelim kısaca… İşte bu müsveddeleri hayatınızın merkezine oturttuğunuz güne lanet edesiniz gelir günün birinde, ama insan yanınız ağır basar da lanet bile edemezsiniz. Artık madalyonun diğer yüzü görülmüştür. Tanıdığınız kişi gitmiş yerine başka biri gelmiştir “an” itibariyle. Ha bu başka biri gelme olayından önce çok büyük ihtimal siz bir hata yapmışsınızdır. Çünkü; değer yüklemesi yaptığınız müsvedde, bu sefer sizin onu sıktığınızdan, yeter artıklara varan cümlelerini sıralamaya başlayacaktır. Hazırlıklı olmanızda fayda su götürmez bir geçerliliktir artık. Derdine derman, yarasına merhem olma görevine dört elle sarıldığınız o insan gitmiştir artık, gözünüz aydındır. Yerine şu gelmiştir; yahu sen nasıl bir adamsınla başlayan cümleler, yeter artık sıktın amalar, seni hayatımda istemiyorumlar, beni merak etme ben kendimle uğraşıyorumlara dönmüştür iş birden bire. Yaptığınız tek yanlış onlarca doğrunuzu “hiç” etmiştir.

Evet “o kadarını da yapmaz diye düşündükleriniz artık tam olarak da o kadarını yapmaya başlayacaktır”, hayırlısı olsundur, gözünüz aydındır.

Günümüzde yaşanan tipik aşkımsılardır (bu aşkımsı tanımlaması şahsıma ait olup, zannedersem amip gibi asalak bir şeyi kastetmeye çalışmış olabilirim) bu bahsettiklerimiz aslında. Çünkü hiçbir Leyla, hiçbir Şirin, hiçbir Aslı, hiçbir Mecnun’a, hiçbir Ferhat’a, hiçbir Kerem’e yukarıda saydıklarımızı yaşatmamıştır. Çünkü değerin karşılığı değer, aşkın karşılığı aşktır. Kerem Aslı için yandığı vakit, Aslı; “yeter artık Kerem bıktım senin bu yanma hevesinden benim için kendini ateşlere atmana gerek yok” dememiştir. Yahut Ferhat dağları deliyor diye Şirin altında şunu aramamıştır; “yahu bu hazine falan arıyor olmasın, aşkından dağları deldim ayağı yapıyor bir de bana…”

Vay arkadaş, nasıl bir zamanına denk düştük biz bu dünyanın. Kime elimizi versek, arkasından kolumuzu diğer elimizle kontrol etmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Kime güveneceğiz peki biz? Değer verdiklerimiz tek hatamızla bizi yok edebiliyorlar, üstelik hiçbir sihirbazın başaramayacağı bir ilizyon ile, bir daha artık ne yaparsan yap nazarında görünmez oluyorsun, duvarlar örülüyor karşına. Duvarların içinden geçiyorsun bir şeylerin farkına varmasını sağlamak için yine olmuyor. Debelendikçe içine batıyorsun zaten içinde olduğun çukurun. Çok da şikayet etmemek gerek belki de, zira “yar” uçurum değil miydi?

Düşünmeye devam ediyorum sonra; kusura bakmayın sizi de böyle düşünmeye sevk ederek, değerli vaktinizi çalıyorum lakin cevap bulması gereken sorular var ve hala cevap bulunabilmiş değil. Soruları gece yarısı çıkarmak istiyorum kafamdan, çıkarıp şöyle masanın üstüne koymak istiyorum, ziyadesiyle istiyorum bunu, bildiğiniz gibi değil.

Yahu geçmişin çengellerini ne zaman atacağız sırtımızdan, geçmişin hançerleriyle daha ne kadar yaşamaya devam edeceğiz ve geçmiş beynimizin içinde daha ne kadar yer kaplamaya devam edecek, evet belli miktarda geçmişe ihtiyacımız var, evet geçmişini bilmeyen geleceğini göremez. Lakin geçmiş insanın kafasının içinde şimdiki zaman kadar yer kaplamamalı bence. Ona keza aynı şey gelecek için de geçerli.

- “ama geçmişte şöyle olmuştu da, gelecekte de böyle olacak” kuruntuları yüzünden “an”ın geçtiğinin farkında değiliz. Hep bir it dalaşı, hep bir karambol içerisinde tükenip gidiyoruz. Zaten bize ait olmayan hayatlar içinde. “An” içinden başka bir zaman diliminde şahsen bulunamadım, bulunan da varsa beri gelsin. Zaman makinesi denen o harika ötesi buluşu bulan adam olmasam da kullanan adam olmayı isterdim. Fakat sadece o kadar. Daha yükseklerinde gözüm yok, çok şükür.

Düşünüyorum bazen devlet büyüklerimizin sözleri aklıma geliyor, hani Kıbrıs kadar sorun olan şeyleri şöyle verelim kurtulalım, mümkün müdür? Kurtuluş mudur? Ve o gün bayram olarak kutlanır mı?

Kafamda filler savaşıyor bildiğiniz gibi değil, benim de bir şey bildiğim yok. Lagaluga yapıyorum işte…

Hoş çakalların arasında ne kadar başarabilirsiniz bilmiyorum, ama siz hoşça kalın…

 

Not: Yazılanların ve yaşananların gerçekle hiçbir ilişiği yoktur…

 

 

 

Osman Coşkun