Osman Coşkun

KUŞLAR ÖLÜRLERSE YERE DÜŞERLER

düşerler ve onları hep Zehra toplar

Ah Muhsin Ünlü

 Nefesim kesilene kadar, arkama bakmadan koşuyordum. Nereye olduğunu bilmeden, amaçsızca ve sebepsizce koşuyordum. Ardımda bıraktıklarımdan uzaklaşmak istercesine. Yanımdan arabalar, evler, sokaklar, caddeler, kaldırım taşları, ağaçlar, kuşlar, kediler, köpekler, dilenciler, ayakkabı boyacıları, mahalle kahvesinin önünde oturan ve ununu eleyip eleğini asmışlar, ver kızı al papazcılar, okeye dördüncü arayanlar. Koşuyordum. Yabanıl güvercinlerin yoğunlukta olduğu bir alana girmişim ile güvercinlerin cemi cümlesinin kanatlanması bir oldu. Hayat devam ediyordu. Hepsi o kadar. Kimin için, kimler için devam ediyordu bunu sormak lazımdı belki de. Yanlış soruları doğru zamanda, doğru soruları da yanlış zamanda sordum ömrüm boyunca. Yanlış yerdeki doğru insandım çoğu zaman, ha keza doğru yerdeki yanlış insan. Hep bir eksiklik vardı. Hiçbir yere ait hissedemedim kendimi. Elimi nereye attıysam orada büyük bir boşluk açıldı. Neye elimi attıysam elimde kaldı. Kırıldım, döküldüm ve kırdım döktüm hayatıma dahil olan insanları. Şimdi böyle alelacele koşmalarımın elbet bir sebebi vardı. Kendimden kaçıyordum. Kırıldığım, döküldüğüm yerlerden kaçıyordum. Ve elbette kırdığım, döktüğüm insanlardan kaçıyordum. Çünkü sıkılmıştım kendimden. Çünkü sıkılmıştı insanlar benden. Zehra da bunlardan sadece bir tanesi. Kaldı ki en önemlisi. Hayatımın mihenk taşı. Bilmiyorum ki nasıl anlatsam. Nereden anlatmaya başlasam diğer tarafı eksik kalacakmış gibi bir his. Yeşil gözlerinin tarifini yapmaya çalışsam eksik kalır diğer tarifler. Saçlarının ahengini anlatsam misal, başak tarlalarında bir tufandır kopar. Bir ben kalırım o tufanın orta yerinde. Yine olan bana olur. Hep de böyle olmuştur. Hep ben kaybetmişimdir. Kaybederken de tüketmişimdir karşımdaki insanları. Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum dedim ya, tam olarak ait olmadığım yerlerde dolaştığım zamanlarda da tükendiğim, kendimi en çok tükettiğim zamanlar. Zehra’yı kaybedeli henüz birkaç gün olmuştu. Koşarak uzaklaşmaya çalıştığım, çığlık çığlığa bağırdığım bu şehrin sokakları iyi tanır beni. Bu şehir iyi tanır beni. Leyla’dan mütevellit bir Mecnun değilim elbet, Şirin’in Ferhat’ı da değilim. Ben kim miyim? İnanın ki bilmiyorum. Ben beni bilseydim zaten bu halde olur muydum? Sanmam. Hangi durumları kendime müstahak görmüşümdür, ondan da pek haberdar olduğum söylenemez. Böyle nefes nefese koşmayı marifet mi sanıyorum. Pek sayılmaz. Ama kaçmam lazım, bu ellerimle kırdığım, döktüğüm ne varsa, madem tamir edemiyorum, kaçmam lazım buralardan. Ya da kendimi şehrin en yüksek yerinden aşağı salmam lazım. Çünkü bana bu yakışır, çünkü Zehra’yı kaybettim. Çünkü Zehra artık benim hayatımda yok. Bilmiyorum ki ben bu kendimi neyleyeyim. Beni benden kurtarın ne olur, sesimi duyun ve bu duruma bir son verin. El uzatın, bi yardım edin, yalvarıyorum. Ne kadar labirent varsa kendi kendime inşa ettiğim, içinde ilkin ben kayboldum. Hep aynı hikaye, hep aynı teraneler ortasında kaldım. Yanıldım, aldandım. Kendi kendimi tükettim. Ne kadar uçurum varsa düştüm, üşenmedim. Kendim düşerken en yakınımdakileri de sürükledim peşim sıra. En sevdiklerimi. Zehra başta olmak üzere. Ve ellerimden kurtulduğu anda, kaçtı kurtardı kendini. Hakkı vardı. Ben de olsam sevmezdim kendimi.

***

Beş katlı bir apartmanın üçüncü katında ikamet etmekteydi Zehra. Dairesinin balkonu sonradan pvc ile içeriye alınmıştı ve bu durum bana oldum olası hep bir umut vermişti. Nedenini bilmiyorum. O balkon sonradan içeriye alınmıştı ya, bir umut işte, ben de belki bir gün tekrar içeriye alınırım diye düşünüyordum herhalde. Sabahlara kadar, bu balkonun karşısında duruyor, sigaranın birini söndürüp birini yakıyor ve balkonun perdesinin biraz da olsa aralanabileceğine olan inancımı koruyordum. Gecenin ve sabaha en yakın zamanların bütün ayazları iyi tanırdı beni. Ben de onları iyi tanımıştım. Kemiklerime kadar hissetmiştim özellikle yağmurlu akşamlarda yediğim soğuğun vücudumda yarattığı etkinin tarifi mümkün değildi. Ama içimde kaynayan cehennem ateşi her şeyi dengeliyordu. Cehennem ateşi diyordum, çünkü evet, tam anlamıyla cehennemi yaşıyordum, çünkü bence cehennem sevgiliden uzak düşmek demekti.

***

Koşuyordum sebepsiz, kimliksiz, sahipsiz. Nereye ve kime olduğunu bilmeden koşuyordum. Ayaklarım titriyordu, gücüm bitmek üzereydi artık, ama koşmaya devam ediyordum. Koşmaya devam etmeliydim. Çünkü ardımda büyük yıkıntılar bırakmıştım. Hepsinden, ama hepsinden kurtulmamın tek yolunun koşmak, kaçmak olduğuna kanaat getirmiş olmalıyım ki, koşarak kurtulabileceğimi düşüyordum. Herhalde öyle düşünüyordum, çünkü yapabilecek başka bir şey gelmiyordu elimden. Nefesim kesilmişti, dudaklarımın morardığını hissediyordum. Gözlerim yuvalarından fırlamıştı muhtemelen, çünkü kendimin farkında değildim. Aslında bu kaçış bir nevi kendimi bulma çabası da olabilirdi. Kendimden haber alamıyordum uzun zamandır. Ellerim buz gibiydi. Başımda deli dumanlar cirit atmaktaydı. Hiç iyi günler değildi bunlar. Güzel günler elbet ilerideydi de, belki de onun içindi bu koşmalarım. Belki de koşarak kavuşabileceğime inandırmıştım kendimi. Bir şekilde bu zamanları aşmam gerekliydi. Zaman koşarak aşılabilir miydi? Ellerimi nereye koyacağımı bilemiyordum. Alelade çekilmiş bir fotoğraf karesinde yoldan geçen adam gibi hissediyordum kendimi, kendi hayatım çerçevesinde. Her şey olması gerektiği gibi miydi? Yoksa olması gerekenlerin olabilmesi için bunların olması mı gerekliydi? Neydi olanlar tam olarak. Bilmiyordum. Bildiğim bir şey vardı, o da hiçbir şey bilmediğimdi. Öyle felsefe yapmak adına da zırvalamıyorum bütün bunları. Gerçek anlamda yorgundum. Başımı yaslayacak bir omuz yoktu. Her şey üst üste gelmişti, her şey de üst üste gelmeye devam ediyordu.

Koşuyordum. Koşarken bağırıyor muydum? Bilmiyorum! Sesimin çıkıp çıkmadığından emin değildim. Kurduğum cümlelerin anlamından emin değildim. Anlamsız bir zaman dilimi içinde, kendime yeni anlamlar aramaktan yorulmuştum. Kimdim ben? Ne yapmaya gelmiştim bu dünyaya? Hiçbir şey bilmiyordum. Dönüp dolaşıp bir girdabın içinde kendime bir yer tayin etmeye çalışıyordum. Ama girdap bu ya, durduğu yerde durmuyordu ki, dönüyor, dönüyor, dönüyordum. Ve her seferinde hep aynı yerde buluyordum kendimi. Kocaman bir hiçliğin tam ortasında. Oysa o girdap beni savurup atıyordu, yerden yere çalıyordu. Doğruluyordum, kalkıyordum düştüğüm yerden. Bakıyordum yine aynı yerdeyim. Hiçliğin orta yerinde. Avazım çıktığı kadar susuyordum. Bu susmaların orta yerinde kurulmuş elle tutulur bir tek cümle bulsam, gidip ona sığınacağım. Ve bütün dünyaya derdimi o elle tutulur tek cümle ile anlatacağım. En azından deneyeceğim. En azından bunu istiyorum. Çok yorgunum, beni burada unutun. Benim hikayem burada noktalansın. Siz devam edin. Ben başımın çaresine bakamam, biliyorum…

 ***

Zehra ile aramızın limoni olduğu zamanlardan bir zaman, ev arkadaşı Naz ile anlaşıp, en yakın arkadaşlarından Esna’yı da yanımıza alıp Zehra’ya bir sürpriz hazırlamaya karar verdik. Şehirde, belki de ülkede ne kadar balon varsa aldım, konfetiler işte ne bileyim aklına gelebilecek envai çeşit organizasyon şeysini alıp Zehra’nın evini donattık hep beraber. Bir de epey büyük bir ayna aldım. Ve kenarına şu notu iliştirdim;“Bilemezsin, sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı, hiçbir şey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var ya da okyanusa su. Düşündüğüm her şey doğuya baharat götürmek gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok. Çünkü sen zaten bunlara sahipsin. O yüzden sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla…”

Yatak odasındaki yatağın üzerine de kocaman bir buket çiçek koymuştuk. Her şey tamamdı. Her şey tam anlamıyla dört dörtlüktü. Zehra’nın ne tepki verebileceğini kestiremiyordum, ama biz elimizden geleni yapmıştık. Hani o yatağın üzerindeki buketi yahut aynayı kafama geçirmesi işten bile değildi. Her şeyi göze almıştım. Zehra’nın işten çıkmasına yarım saat kala, Naz ve Esna evden ayrıldılar. Allah yardımcın olsun diyerekten. Kalmıştım Zehra’nın evinde tek başıma. Ne yapacağımı bilemedim. Heyecandan elim ayağıma dolanmıştı resmen. Ulan ne zor işlermiş bunlar diye düşünürken, zamanın da su gibi geçtiğini fark ettim. Zehra eve gelmek üzereydi. Derken kapı açıldı. Ben o sıra kendimi banyoya kapatmıştım. Kalp atışlarımın ritminden içeride ne olup bittiğine dair en ufak bir ses duyamıyordum. Banyonun kapısı açıldı, işte karşımdaydı Zehra, hayatımda hiçbir zaman tarifini yapamadığım yeşil gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. “Sen nasıl bir şeysin ya” dedi. O an nefes alıp almadığım konusunda şüpheler barındırıyordum, hiçbir şeyden emin değildim. Ne diyecektim şimdi, buraya kadar her şey tam da istediğimiz gibi olmuştu da, bundan sonra ne söylenirdi ki? Gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu, gözlerinin içinde eridiğimi hissediyordum. Kollarını kaldırdı boynuma bir sarılması vardı, aman yarabbi. Dünyanın o an yıkılıp tekrar kurulması, hatta Allah’ın meleklerine toplanın yeryüzünde ben bir halife yaratacağım müjdesi gibi bir şeydi. Elest bezmi tekrar kurulmuştu o an. “Elest bi rabbiküm” nidası kulaklarımdaydı işte, “beli” diyordum. Ve yeryüzüne gönderiliyordum. Ruhumun teslim töreni gibiydi içinde bulunduğum zaman. Her şey o kadar silikti ki, sadece yeşil bir çift göz nezaretindeydim ve yaşam belirtisine dair başka da bir şey yoktu. Çok güzeldi.

ve tanrı altı günde yarattı bütün kainatı

yedinci gününü sana ayırdı,

durdu,

düşündü tanrı

onca yeşilin bir anlamı olmalıydı

ve tanrı gözlerini yarattı…

Bu şiiri okumuştum gözlerinin içine bakarak, bu şiiri Zehra için yazmıştım. Onun için yazıyordum bütün şiirleri. Aslında o başlı başına şiirdi de ben eşit parçalara ayırıyordum ve birbirinden güzel şiirler olarak çıkıyordu su yüzüne. En güzel şiirlerimi hep ona yazdım. En güzel günlerimi onun yanında yaşadığımdan mütevellit olsa gerek.  “Seni çok seviyorum” dedim gözlerinin içine bakarak ve bütün kainat şahitlik ediyordu o an bana, bütün ruhlar “beli” diyordu. Ve aşkın tarihi yeniden yazılıyordu…

***

Osman Coşkun www.osmncskn.com