Renkli camdan kırık dökük bir bilye. Çam kabuğundan çocukça oyulmuş bir kayık. Annemizin, ipliği biten makaralarından yaptığımız tel araba. Çıta bulunamadığı için yumuşak sazdan yapılan ve yere ilk kafa vurduğunda, kırılan kalbimizle birlikte kırılan uçurtmamız. Tahtadan kılıçlar, gündöndü kafasından yapılan iki tekerlekli araba, şeytan uçurtması, para yerine geçen gazoz kapakları, elimizle sıkıştırdığımız kağıtları iplerle bağlayıp yaptığımız ve ilk vuruşta dağılan topumuz.

Bir hoş oldum biliyor musunuz… Eskilerin tabiriyle “burnumun direği sızladı”, moda tabiriyle nostaljik takıldım.

Nedendir bilmiyorum ama bugün çocukluğuma gittim. Gittim ve çoktandır unuttuğum oyuncaklarım, oynadığımız oyunlar ve beraber oyunlar oynadığımız arkadaşlarım geldi aklıma. Sürekli didiştiğimiz, bazen sürtüştüğümüz, hatta kavga ettiğimiz ama asla vaz geçemediğimiz arkadaşlarımız.

O zamanlar cicili bicili giysilerimiz, kışın sıcak yazın serin tutan ve terletmeyen ayakkabılarımız, renkli berelerimiz, bavul kadar okul çantalarımız, her renkte kalemlerimiz, kokulu silgilerimiz, türlü dersler için kullandığımız çeşit çeşit defterlerimiz, atlasımız, sözlük ve imla kılavuzumuz vs. yoktu. Bunlar gerektiğinde arkadaşımızın önündeki gerece yan gözle bakarak idare ederdik. Zaten o zamanın halden bilen öğretmenleri de bu araç gerecin illa ki alınması için ısrar etmezlerdi.

Niçin anlattım bunları? Sadece o zamanlara özlem duyduğum için mi? O günlerin daha güzel ve daha yaşanası olduğunu kanıtlamak için mi? Fakirlik ve yoksulluğun ne muhteşem bir şey olduğuna karşımdakileri ikna etmek için mi? Yoo, hayır… Sadece, o zamanlar bu günlerden çok daha mutlu olduğumuzu anlatmak için.

Evet mutluyduk.  Oyuncağımızı kendimiz yapar, okula eksik ders aracıyla gider, gofret, şeker, çikolata ve dondurma bilmezdik. Üstümüzde eski, yamalı ve kumaşı ters yüz edilmiş ama temiz giysiler vardı. İhtiyaçlarımızın sayısı fazla değildi. Azla yetinmeyi, aza kanaat etmeyi öğretmişti büyüklerimiz. Çünkü onlar harp yıllarının yokluklarını ve açlığı görmüş bir neslin çocuklarıydı.

Komşuluk vardı o zamanlar. İnsanlar birbirlerine yabancılaşmamıştı. Yardımlaşma vardı. Meselelerin çoğu resmi makamlara ulaştırılmadan çözülürdü. Büyük küçük bilinirdi. Okumuş yazmış insanların kıymeti, okulun toplumda müstesna bir yeri vardı.

Sonra ne oldu dostlar? Ceplerimiz para gördü. Evlerimiz, yollarımız, okullarımız, kısaca çevremiz gelişti, güzelleşti. Daha iyi beslenir, daha iyi giyinir, daha iyi araç gereç kullanır, daha kolay yaşar olduk.

Her şeyin bir bedeli vardır doğal olarak. Dayatılan yeni hayat şekli belki hayatımızı kolaylaştırdı, konfor sağladı bize. Belki ihtiyaçlarımıza daha kolay ulaşır olduk. Şimdi evlerimiz daha büyük, her yere kolayca ve yorulmadan ulaşabiliyoruz, dünya çoktandır evimizin içinde dönüyor, dünyanın her hangi bir yerinde olan bir olayı anında öğrenebiliyoruz.

Her şeyin bir bedelinin olduğunu söylemiştik sevgili dostlar. Doğal olarak bize verilenlerin bir karşılığı olacaktı ve biz bu karşılıkları yaşıyor ve ödüyoruz şu anda.

Yorgunuz. Kafamız karışık. İnsanları sevmiyor, sevemiyoruz. Mutlu değiliz. Açız ve bir türlü doymuyoruz. Ne kadar alsak, daha fazlasını istiyoruz. Birbirimize acımıyor, hoşgörü gösteremiyor, katlanamıyoruz. En yakınlarımıza bile zor günlerinde yeterli desteği veremiyoruz. Çocuklarımız oyuncak ve giysiden, yiyecek ve ilaçtan bıkmış. Hep istiyor, alıyor ama iş vermeye gelince cimrileşiyoruz.

Of, bunaldım inanın.

Konuya “pat” diye girmiştim, yine “pat” diye bitiriyorum. Zira bu konu bu kadarcık bir sayfaya sığmaz. Hem zaten bu iş benim değil toplumbilimcilerin işi. Ben azıcık değinmek istedim. Hepsi bu kadar.

Hoşça kalın diyeceğim ama, bu dediğim söylemek kadar kolay olacak mı bakalım?

Siz bakmayın benim sözlerime. Bu sabah tersimden mi kalktım ne, gamlı baykuşluk edeceğim tuttu. Hem insan her duruma uyum sağlama yeteneğine sahip değil mi, bu duruma da uyum sağlarız, olur biter. 

Bu gün yazdıklarımda aşk yoktu belki, sevda yoktu.  Manalı ve baygın bakışlar, bela gözlü sevgililer, saçının teline gönlümüzü takacağımız huriler, ela gözlü nazlı dilberler, tek tek basanlar, bade süzenler, inci düzenler yoktu… Yoktu, evet yoktu ama, inanın bana içtenliğim vardı. Bu günkü tek sermayem olan içtenliğim.

Görüşelim dostlar, arayı çok uzatmadan görüşelim.