Zehra (2)

(Bir aşk peşinde bir ömür)

 

Osman Coşkun

 

www.osmncskn.com

 

İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü kaybetmiştik birbirimizi. Bu kaybediş hikayesinden sonra ben bir daha kendime hiç rastlamadım. Her köşe başından Zehra çıkacakmış hissi her geçen gün daha güçlü sarmaladı bedenimi. Şiirlerde hasret oldu çıktı su yüzüne. Şarkı oldu dolandı durdu dilime, söyledim sabahlara kadar. Eve girmek istemiyordu canım. Sokak sokak dolaşıyordum. Deli divane olmuştum. Kontrolü kaybediyordum gün geçtikçe. Zehra ile birlikteyken ona verdiğim içki içmeme sözünü de delmiştim. İyiden iyiye rakı şişesinde balık olmuştum. Sabahlara kadar içiyor, sabahlara kadar kendi kendime Zehra’nın hayalini gözümün önünden silemiyordum. Olmuyordu bir türlü. Öyle bir kuyunun dibindeydim ki, yukarı çıkabilmemin imkanı yoktu. Yok olmuyordu bir türlü.

İçip içip kapısına dayanıyordum. Başlarda öyle çok öfkeli değildim. Sonra sonra ipin ucu iyice kaçtı. Yine böyle içtiğim gecelerden birinde, kalktım gittim kapısına dayandım. Aradım önce “otomatiğe bas kapıdayım” dedim. Açtı kapıyı ki beklemiyordum açmasını. Üçüncü kattaki 10 numaralı dairesinin kapısını da aralık bırakmıştı. İçeriye girdim, “hoş geldin” dedi. “Neyine hoş gelmişim ya” diye çıkıştım. “hoş gelişim mi kalmış benim, şu halime bak. Kaç gündür doğru düzgün uyku uyumuyorum ben, ne haldeyim görmüyor musun?” dedim. Hiçbir şey demiyordu. İyice zıvanadan çıkarıyordu beni bu hiçbir şey demeyişi. “Bi konuşsana be kızım” diye sert bir şekilde çıkıştım. Yok ağzını bıçak açmıyordu. O sonradan pvc ile içeriye alınmış balkona çıktım öfkeyle. Sinir harbi içinde olsam da içeride sigara içirmediğini bildiğim için sigara içmeye çıkmıştım. Yaktım bir sigara, oturdum. Arkamdan geldi. Karşımdaki sandalyeye çöreklendi. Elleri titreyerek bir sigara O yaktı. “Ne istiyorsun benden?” dedi. Gözlerimden o an ateş çıktığını hissettim. Bir hışımla bakışlarımı yüzünün ortasına diktim. “Ne demek ne istiyorsun benden ya, sen dalga mı geçiyorsun benimle, kızım ben kaç gündür gezdiğim yeri bilmiyorum. Elime ayağıma dolanıyor. Ne yerdeyim ne gökteyim. Saçma sapan bir hallerdeyim. Doğru düzgün eve gittiğim yok, evi otel gibi kullanmaya başladım resmen. Orada burada sabahlıyorum çoğu zaman. Sokaklarda divaneler gibi dolaşırken güneş üzerime doğuyor benim. Kaldırım taşları yatağım yastığım oldu. Nereye baksam yüzünü görüyorum. Her köşe başından sen çıkacakmışsın gibi hissediyorum. Her geçen arabanın içinde sen varmışsın hissiyatıyla deliye dönüyorum. Her yerde seni arıyorum ben, adın dilimde sabahtan akşama, akşamdan sabaha. İyi değilim, hayatımda ilk defa böyleyim ben, anlıyor musun? Ne mi istiyorum senden, seni istiyorum senden. Tamam kabul bazı haksızlıklar olmuş olabilir. Ama telafisi olmayan hiçbir hata yok şu dünyada be, inan bana… her nasıl ki, yıktıysam, o yıkıntıları toparlayıp yeni bir şeyler inşa etmeyi de başarabilirim, başarabiliriz. Bir şans istiyorum senden yahu” dedim. Ona her zaman şansla ilgili Murat Menteş’in kelamı olan; “şans bir aptalın temel ihtiyacıdır” sözünü yapıştırdı bana hiç ikiletmeden. “Böyle derdin her zaman, ne oldu şimdi” dedi. “Haklısın, şansa inanmıyorum ben” diye devam ettim. Şans değil, bir mucize olsun istiyorum. Evet anlamıyla mucizelere sığınıyorum. Yalvarıyorum sana ya, sana yalvardığım kadar şu duvara yalvarsaydım yemin ediyorum dile gelirdi” dedim. Bir sigara yaktım. “Biz bir daha biz olamayız” dedi. Yaktığım sigaradan bir kere daha çekmiştim ki, o şekliyle kül tabağında söndürüp sigara paketini de yere vurup, kalktım oturduğum yerden. Hiçbir şey söylemeden çarptım kapıyı çıktım. Kafamın içinde Ahmet Kaya’nın “Giderim” şarkısı çalıyordu resmen. Böyle şeyler filmlerde olur sanıyordum. Şarkıyı mırıldanmaya başladığımı hissettim, merdivenlerden inerken. Apartmandan çıkarken şarkıyı iyiden iyiye söylemeye başlamıştım;

“Artık sürersin bir sefa

Ne cismim kaldı ne cefa

Şikayet etmem bu defa

Dişimi sıkar giderim.

Kaybetsem bile her şeyi

Bu aşkı yırtar giderim

Sinsice olmaz gidişim

Kapıyı çarpar giderim”

Sigara paketini yere vurmuştum, orada da kalmıştı, ama her daim ceketimin iç cebinde yedek paketim olurdu. Çıkardım bir dal sigara yaktım. Sigara mı beni içti, ben mi sigarayı içtim, hiç bilemedim. Tariflere sığamıyordum. Ne olacaktı halim bilmiyordum. Olanlar oluyordu ve ben akıntıya kapılmış çerçöp gibi oradan oraya savruluyordum. Bu bir imtihansa şayet, kaybediyordum. Evet…

Şarkıya devam ettim;

“Beddua etmem üzülme, kafama sıkar giderim….”

***

Sokaklarda dolanmaya devam ettim. Eve geldiğimde saat sabahın beşiydi. Annem uyumamış, bu saate kadar beni beklemişti. “Neden uyumadın be anne bu saate kadar” dedim. “Evladın olunca anlarsın, nedir oğlum senin bu halin, bir şey de anlatmıyorsun, kahroluyorsun, kahrediyorsun beni böyle” dedi. Cevap veremedim. “Hadi annecim bu saate kadar uykusuz kalmışsın yat dinlen” dedim.  Yatağa uzandım. Gözlerimi tavanda bir noktaya kilitledim. Tavanda Zehra’nın yüzü. Duvarlar yıkılıyordu üstüme her nefes alış verişimde. Annemi üzdüğüm için de kahrolmuştum. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Allah’ım yardım et, bir çıkış yolu göster bana…

 (3)

 Sabah Bursa’ya gitme fikriyle açmıştım gözümü. Bursa’ya gidip biraz buralardan uzaklaşmam gerektiğini düşünmüştüm. Hangi ara düşünmüştüm bunu bilmiyorum, rüyamda mı görmüştüm acaba? Hiç hatırlamıyorum. Ama son zamanlarda almış olduğum en doğru kararlardan bir tanesi olduğuna kanaat getirmiştim ve anneme seslenip “çantamı hazırlamama yardım et, ben Bursa’ya Samet abimlere gidiyorum” demiştim. Annemin “o da nereden çıktı” çıkışlarına pek de aldırmadan, “birkaç gün buralardan uzaklaşmam lazım. Samet abimle oturup dertleşmem lazım. Çıkamıyorum işin içinden” dedim de, annem “hangi işlerin içinden çıkamıyorsun oğlum ne derdin var, bana anlatmıyorsun da gidip Samet abine anlatacaksın, anlat da dinleyeyim, neyse canını sıkan beraber bir hal çaresine bakalım” dese de. Dinlemiyordum pek. “Dönüşte, uzun uzadıya konuşuruz anne” dedim. Çantamı aldığım gibi çıktım evden, yolda Samet abiyi aradım, müsait olduklarını, beni beklediklerini, beni otogarda karşılayacağını söyledi. Kapattık telefonları karşılıklı. Sonra otobüs firmasını aradım. Bursa’ya ilk araca bir kişilik yer ayırtmak istediğimi söyledim. Bu işlem de tamamdı. Otobüsün hareket etmesine bir buçuk saat vardı daha.

Bir yere oturup çay içeyim dedim, çantamdan çıkardığım kitabı okumaya başladım. Bir yandan çay içiyor diğer yandan kitabımı okuyordum ki, bir an başımı kaldırdım kitaptan. Karşıdan Zehra’nın geldiğini gördüm. O an ne yapacağımı şaşırdım. Kalp atışlarım hızlanmıştı. Sarı saçları rüzgarda savruluyordu da, yeşil gözlerinin bahar havası bir meltem gibi yüzümü okşuyordu. Zaman durmuştu işte yine. At gözlükleri takılmıştı gözlerime. Zehra’dan başka bir şey göremez olmuştum. Sislerin ortasından salına salına geliyordu. Çantamda duran şiir defterimi çıkardım. Hemen alelacele Necip Fazıl’ın “Beklenen” şiirinin ilk dizelerini yazdım ve ayağa kalktım. Kağıt elimdeydi. Zehra’ya doğru yürümeye başlamıştım. Beni karşısında gördüğünde başını hafif yana eğip “Allah aşkına çok acelem var, ne söyleyeceksen çabuk söyle” demişti. “Söylenecek bir şey yok, şu kağıdı verecektim sadece” dedim. “Neymiş o kağıt” dedi. “Sen al hele, ama hemen bakma uygun bir zamanda açarsın, ben birkaç gün yokum buralarda. Rahat edersin birkaç gün de olsa, yolda bile karşılaşma ihtimalimiz yok. Bu senin için büyük bahtiyarlık olsa gerek” dedim. “Of, uğraşamayacağım seninle” dedi. Aldı kağıdı gitti.

“Ne hasta bekler sabahı

Ne taze ölüyü mezar

Ne de şeytan bir günahı

Seni beklediğim kadar”

 ***

Bursa otogara varışımız tam beş saat sürmüştü. Ayaklarım uyuşmuştu oturmaktan. Samet abimi aramadan önce, bir sigara yaktım. Aklımda hep aynı düşünceler kol geziyordu. Zehra her yerdeydi. Nereye gidersen git, düşünceleri de kendisiyle birlikte götürüyordu insan en nihayetinde. Kaçmak çözüm değildi. Nereye kaçıyorsun, insan kendisinden kaçabilir miydi? Hiç işte, boşa çaba.

Böyle düşüncelerin ortasında debelenirken, bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Hayır canım böyle bir şey nasıl olabilirdi. Sigarayı elimden atmamla, yerden çantamı alıp adımlarımı hızlandırmam aynı zaman dilimine denk düşüyordu. Koşar adımlarla yürüyüşünün, saçlarının, endamının her şeyiyle Zehra olduğuna kalıbımı basabileceğim insanın peşine takıldım. Az sonra yetiştim ve sol kolundan tutup kendime çevirdim, “sen benimle dalga mı geç….” Cümlemi tamamlayamadım, bu Zehra değildi. Kafamdan cehennem ateşleri boşalmıştı. Utancımdan yerin dibine girsem o an, orada canımı teslim etsem yeriydi. “Ne diyorsunuz beyefendi” dedi. Gözleri yeşildi bu ablanın da, lakin hiçbir yeşil Zehra’nın yeşiline denk düşmüyordu. “Çok özür dilerim, bir arkadaşıma benzettim sizi” diyebildim. Allah’tan anlayışlıymış, çok fazla uzatmadan. Özrümü kabul ederek, arkasını döndü gitti. Derin bir oh çektim. Arkasından baktım kaldım. Bir insan evladı bir insan evladına bu kadar benzememeli Allah’ım. Niye bana böyle şeyler yapıyorsun gibi geveledim kendi kendime. Aşk buydu herhalde. Herkesi o zannetmek, O’nu hiç kimseye benzetememek. Gayet sarı saçlı, yeşil gözlüydü o kolundan tuttuğum kadın da. Aynı duygular neden ona karşı da hissedilmiyordu? Aşkın suretle işi yoktu anlaşılan. Aşk başka bir şeydi. Başka bir şeyler vardı aşkın mayasında. Sırtıma vurdum çantamı. Telefonum çalmaya başladı o esnada, arayan Samet abimdi. Açtım, “neredesin ulan” dedi. Meğer otobüsten indiğim yerde beni bekliyormuş. Ben tabi, köşe bucak Zehra kovaladığım için unutmuştum Samet abiyi. “Geliyorum abi” dedim.

Buluştuk, sarılıştık. Durdu, yüzüme baktı. “Ne derdin var gene” dedi. “Hiç” dedim. Kocaman bir “hiç…”

“İyi, aferin. Derdi hiç olanın dünya kulu olur” dedi.

Şehir içi dolmuşlardan bir tanesine bindik. Görükle’ye gidiyorduk. Yol boyunca hemen hiç konuşmadık. Bir ara, “abi” dedim, “benim iyi bir silkelenmeye ihtiyacım var, nedenini sorma, nedenini söyleyememem. Ama iyi değilim. Hiç iyi hissetmiyorum kendimi” dedim. Sol yanımda oturuyordu. Başını hafif bana doğru çevirdi. Bakışları içimden geçti sanki. Hiçbir şey demedi. Ben de başka bir şey demedim. Sustuk…

 

***

Bursa’daydım. Evet, başka bir şehirdeydim. Başka şehirde olmak bana iyi geleceğini düşünmüştüm. Ama gel gelelim, insan düşüncelerini de yanında götürdüğü sürece, nereye giderse gitsin. Hep aynı dertten muzdarip, hep aynı kuyunun içinde debelenip duruyordu. Hiçbir şeyin değiştiği yoktu. Aynıydı işte her şey. Sadece şehir değiştirmiştim. Düşüncelerim sabitti. Bu sabit düşünceli oluşum yoruyordu beni. İşin içinden bir türlü çıkamıyordum. Dut yemiş bülbül misali düşünüyordum. Kesik başlı tavuklar gibiydim resmen. Sözüm ona derdimi anlatmaya gelmiştim Samet abiye, bir türlü konuya nereden gireceğimi kestiremiyordum. Ağzımı bıçak açmıyordu. Susuyorduk karşılıklı. Yenge ve kızlar sofra hazırlığındaydılar. Hiçbir şey yemeye takatim yoktu benim. Kalkıp balkona geçtim, sigara içmek için. Balkonda sigara içerken, yoldan geçen herkeste Zehra’yı arıyordum. Bu nasıl bir haldi Allah’ım. Kendimi tanıyamıyordum. Yahu başka bir şehirdeydim ve Zehra’ya rastlama olayım milyonda hiçti. Yoktu öyle bir ihtimal yani. Daha önce beraber adımladığımız tek bir kaldırım taşına bile sahip değildi bu şehir. Niye böyleydim o zaman ben. Bu nasıl bir ruh haliydi. Neyin derdindeydim ben. Bu durumun eldekinin kıymetini kaybedince anlamakla ilgisi var mıydı? Yoksa ben ciddi anlamda aylak mıydım? Yapacak başka bir işim olmadığından mı böyle sarmıştım ki acaba? Yok, bu hal başka haldi. Tarifsiz haller içindeydim. Ağaçların yapraklarının yeşili bile bana Zehra’yı hatırlatıyordu. Balkondaki masa örtüsünün yeşil deseni Zehra’yı hatırlatıyordu. Yerdeki halının yeşilinde bile Zehra geliyordu gözümün önüne. Kafayı yemeye çeyrek vardı yahut çeyrek geçmişti de ben daha onun da farkında değildim.

Samet abi balkon kapısının yanına gelip yemeğin hazır olduğunu haber verdi. Hiç canım istemeye istemeye geçtim içeriye, oturdum sofraya. Bir dilim ekmeği öyle kenarından köşesinden kemirir gibi yemeye çalıştım. İşte yemekten de biraz yedim. Doymuştum. Canım hiçbir şey istemiyordu. Bir buçuk ayda 13 kilo vermiştim. Bu aynı zamanda keseye de zarardı. 13 kilo vermiş olmak demek, dolabın baştan aşağı yenilenmesi demekti. Değiştirmiştim en nihayetinde. Yemekten sonra, “çay faslına dışarıda devam edelim biz” dedi Samet abim. Evin hemen yakınında Mola kafe diye bir yer varmış. Oraya gidelim oturalım biraz, hem dertleşelim bakalım. “Bi alayım ifadeni senin” dedi. İstediğim zaman diliminin içine yavaş yavaş yaklaşıyorduk işte.

Evden çıktık, on dakika yürüdük yürümedik geldik bahsettiği mekana. Güzel bir bahçesi olan, sessiz sakin çay bahçesi kıvamında bir mekandı burası. Hoşuma gitmişti. Tenhaydı da, öyle curcunası yoktu pek. Gözümüze kestirdiğimiz ilk masaya oturduk. İki çay söyledik. Çaylarımız geldiğinde çay tabaklarının yeşil olduğunu fark ettim. Kilitlendim kaldım bi on saniye kadar. Bu kadarı da fazlaydı ama artık. Buna bir son vermem lazımdı. Samet abinin dürtüklemesiyle kendime geldim. “N’oldu lan” dedi. “Yok abi bir şey, aklıma bir şey geldi de, öyle onu düşünüyordum” dedim. Yemedi tabi. “Sen hiç akıllanmayacaksın değil mi” diye başladı. “Ben bildiğin ben değilim abi artık” diyecek oldum ki, lafımı ağzıma tepti. “Lan oğlum bırak artık bu melankolik aşık edebiyatçı ayaklarını, bi kendine gel. Bak evlat” diye devam etti sözlerine, “hayatta hiç kimseye ihtiyacımız yoktur bizim, hayat denilen bu geliş geçiş ve çekip gidiş sadece an zamanların tekerrüründen ibarettir. Aslında hep şuanın içinde yaşamaktayız. Geçmiş gelecek diye hiçbir şey yok. Bunlar hep zihnimizin bize oynadığı oyunlar. Biz bunların farkına vardığımız anda, her şey güllük gülistanlık olacak. Ama yok, biz geçmiş gelecek zırvalarıyla oyalanmaya devam edersek, geçmekte olan zamanın tadını çıkaramayız. Şu zamanın içinde kalmayı başarmalısın, kendini çerçöp olarak düşüneceksin, hayatın akışını da bir nehir sayacaksın ve salacaksın kendini o nehrin akıntısına. Bunun ötesi berisi yok. Zaten o akışa kapılıp gidiyorsun da, hep bir karşı koymaya çalışma çabası almış gidiyor. Bu sadece senin için geçerli değil, hepimiz böyleyiz. Vay efendim bu neden böyle oldu, vay efendim o kadar plan yaptık program yaptık, hiçbir şey istediğimiz gibi olmadı. Vay efendim uy efendim. Arkadaşım, haylar huylar içinde ömrünü heba etmen için gönderilmedin bu dünyaya. Bırak kim olmak istiyorsa yanında onlar olsun. Kaldı ki, kimseye de ihtiyacın yok. Yalnız geldin, yalnız gideceksin. Sen hancı olacaksın, yolcular gelecek gidecek. Hancı adam geleni karşılamasını bildiği gibi, gideni de uğurlamasını bilir. Arkasından da bakıp kalmaz saatlerce, günlerce hatta aylarca. Çünkü yeni gelenler hep olacaktır, yeni gidenler olduğu gibi. Bu hayatın değişmez matematiğidir. İnsanlar giderler. Ne yaparsan yap gidecekler. Çekip gitmeseler. Ölüp gidecekler” dedi. Beynimin derinliklerinde, en ücra loblarında sızlama hissettim. Tokatlanıyordum. Diliyle dövüyordu. Ağzımı açıp bir şey diyemiyordum. Çünkü haklıydı, çünkü derdimin ne olduğunu söylemeden daha tam yerinden yakalamıştı beni. Her söylediğinde sonuna kadar da haklıydı. Ne diyebilirdim ki. Diyemedim bir şey. “Ölü gibi olacaksın, ölü gibi” dedi. Önümdeki çay bardağıyla oynuyordum, başımı kaldırıp yüzünün, gözlerinin içine baktım. “Nasıl abi” dedim. “Ölü nasıl hayatın tecellileri karşısında hiçbir karar alma yetisine sahip değilse. Götüne pamuk tıkasalar da ağzını açıp bir şey diyemiyorsa, rüzgar nereden eserse oraya yollanıyorsa, selin ortasına bıraksan, o selin akışına kendisini kaptırıyorsa. Ateşe atsan gıkı çıkamıyorsa. Sen de öyle olacaksın. Susacaksın. Ne gelirse gelsin başına susacaksın. Sabredeceksin. Başka hal çaresi yok bu işin. Allah sabredenlerle beraberdir. “ dedi. Çayından son yudumunu aldı, iki çay daha alabilir miyiz diye seslendi. Önüme bakıyordum. Bu duyduklarım, evet iyi gelmişti. Ama aynı zamanda ağır da gelmişti. Bunları duymak iyiydi de, hayatıma nasıl uygulamam gerektiğini bilmiyordum. O hususta biraz eksiktim sanırım. Biraz değil, hiç yoktum. Neden giderdi ki insanlar sevildikleri yerlerden, sevilmek nelerine yetmezdi. Sevilmekten ziyade sevebilecekleri yerleri özlüyorlardı sanırım. Zehra, beni hiç sevmemiş olabilir miydi? Bu benim için çok mu önemliydi? Ben seviyordum, hala seviyordum. Bu bana neden yetmiyordu? Bu beslediğim büyüttüğüm aşkın, beni küçültmesine izin vermek yerine, büyütmesine neden izin vermiyordum?

İkinci çaylarımız geldiği esnada, Samet abim bir sigara daha yaktı. Bana da uzattı. Önce benim sigaramı sonra kendi sigarasını yakıp devam etti anlatmaya; “yaşamak hiç olmaktır. Bu gün derdi hiç olanın dünya kulu olur derken şaka yapmıyordum. İnsan bu dünyaya hiçliğini bilmek için gelmiştir. Hiçliği bulan kocaman bir hazineye malik olur. Çünkü hazineler hep viranelerde saklıdır evlat” dedi.

Diyemiyordum ki, “abi ben Zehra’yı çok seviyorum, neden gitmek zorunda ki Zehra” diyemiyordum. Yok açamıyordum konuyu bir türlü. Sabahları hiçbir işim olmamasına rağmen erkenden kalkıp onun işe gidiş güzergahında binmiş olduğunu tahmin ettiğim dolmuşun yolunu gözleyip, dolmuşa da binemeyip, sadece üç saniye göz göze gelebilmek adına kendimi nasıl heba ettiğimi anlatamıyordum. Öğlen saatlerini gözleyip, şehrin tek kitapçısının önüne tüneyip, Zehra’nın geçiş saatini nasıl beklediğimi. Orada öyle çay içip, kitap okuma bahanesiyle otururken, Zehra’nın karşıdan gelişini izlemenin üzerimde bıraktığı mutluluğu tarif edemiyordum. Abi öyle güzel yeşil gözleri var ki, yemin ediyorum kansere çare olur, bence gerçekten de kansere çaredir o yeşil gözler, diyemiyordum. Oturduğum yerde küçüldüğümü hissediyordum. Elim ayağım çekilmişti sanki. Bütün kanım çekilmişti de damarlarımda Zehra’nın adı dolaşıyordu. Her zerrem Zehra diye inliyordu sanki. Hani beni kesip atsalar, Mansur gibi her zerremden yârin adı duyulur, kanımın düştüğü yerde Zehra zuhura gelir. Bildiğim, yani adamakıllı tarif edebildiğim bende benden fazla mevcut olduğuydu. Bildiklerimin hepsi buydu!

 

***