MİMAR SİNAN’DAN BELEDİYE BAŞKANLARINA,
BAŞKAN OLMAK İSTEYENLERE MEKTUP VAR!
 
Sevgili, halkın mazharına ve bu makama erişmiş Şehreminiler (belediye başkanları) ve Şehremini Namzetleri!
Cenabı Rabbimden bu makamlara yakışır hizmetler vermenizi niyaz eder her birinizi gözlerinden öperim.
Zordur bir şehrin yükünü çekmek, şurada 10 çeki odun çekmeye benzemez. Beyni ile iş yapanlar herhalde bedeni ile iş yapanlardan başka bir yorulur. Kendimden bilirim. Ama şunu da bilirim “Halka hizmet Hakka hizmettir” her yaptığınız sizden sonra da iyi olarak anılıyorsa bilin ki siz iki cihanda da en mesut kişisinizdir. Vicdanınızı yanınızdan ayırmadığınız ve iyi insandan çok adaletli insan olmaya gayret gösterdiğinizde yine biliniz ki ne iş yaparsanız yapın şehrinizdeki her kulun hayır dualarına mazhar olursunuz. Bu da dünya nazarında Âdemoğluna yapılacak en güzel iştir. Allah her daim yolunuzu açık etsin böyle düşüncede iseniz. 
Çok yakınınızda sizi yolunuzdan çıkarma niyetinde olan zatlar olabilir, itibar etmeyiniz. Gecenize gündüzünüze, gittiğiniz yere, yediğinize içtiğinize dikkat edin. Erken yatın, erken kalkın dinç olun, diri olun. Gözünüz açık olsun çünkü size bir şehir emanet edilmiştir bunu hiç unutmayın. Şehrinizin malını koruyun, kollayın ve zarar vermeyin. Şehrinizi güzelleştirin, yaşanır, nefes alır hale getirin; getirin ki sizi bir hırsın esiri bir Şehremini sanmasınlar. En kötüsü de budur. Gizli kapaklı işiniz olmasın, açık olun, çalışkan olun unutmayın ki “İşlemeyen demir pas, kullanılmayan ahşap küf, çalışmayan insan zan besler.”
Hepiniz biliyorsunuz bunları ama ben hatırlatayım dedim. Size başımdan geçen bir vakayı nakletmek, kıssadan hisse bir ders vererekten, mektubumu bitirmek istiyorum. Bu sözlerim Şehremini Namzetleri için de geçerlidir.
Şehr-i Edirne’de, Selimiye Camii’nin sekiz devasa ayağını yükselttiğimiz günlerde, ikindi vakti kalfalarımı çağırdım dışı nefti, içi mavi kadifeden çadırıma. Onlara İstanbul’dan önemli bir haber geldiğini bildirecektim.
Kalfalarıma, “Sultanımıza, Ayasofya etrafındaki mıntıkanın kanunsuz bir şekilde inşa edilmiş barakalarla dolduğunu, İstanbul baş kadısına defalarca şikâyet edilmesine rağmen, bu durumun devam ettiğini hatta daha da kötüleştiğini önceleri arzuhal etmiştim. Zanaatı bilmeden, çevreye dikkat etmeden, arşını ellerine alıp hane yapmaya yahut evlerine kat çıkmaya kalkanlara üzüldüğümü anlattım ve bunun tehlikelerine dikkat çektim. Sultanımız bu fakir kulunun ricasını mütalaa etmiş, bunun için İstanbul’a gitmemiz gerek yoksa bu mesele büyüyecek”dedim.
Bir yandan Selimiye Camii’nin inşaatı bir yandan da durumu vahim hale gelmiş Ayasofya Camii mıntıkası.
Yani yapacağımız iş bir nevi şimdilerde sizin Hükümetiniz tarafından belli başlı yerlerde uygulamaya başlattığı Kentsel Dönüşüm’e tekabül ediyordu. Ama bizim yapmak istediğimiz Kentsel Dönüşüm kiliseden bozma tarihi bir camii olan Ayasofya’nın kurtarılmasını amaçlıyordu. Bir şekilde buraları mesken tutanların gayri nizami evlerinin hepsinin yıkılması ile imar açıp rant yaratmayı ve bir sosyal sınıfı tecrit etmeyi amaçlamıyordu.
Baş kadı, cami imamı ve ulemadan önemli zatlardan oluşan bir komisyon hasarı tespit edecekti. Ve bu işi yürütecekler ise kalfalarım idi. İşleri zor olan kalfalarımın insanlar ile binalar arasındaki tercihlerinde binaları seçecekleri olmalarıydı.
Durumu yerinde teftiş eden Sultan Selim, berbat bir halde olan Ayasofya ve çevresini gözleri ile görmüş bana dönerek: “Sana benden icazet. Tez başla. Gerekli gördüğün yerlere payandalar koy. Barakaları yık. Hiçbiri benim müsaademle inşa edilmedi” diyerek bir an önce bu düzensizliği sona ermesini istiyordu. Mıntıkadan ayrılmak üzereyken Sultan Selim’e gayrimeşru binalardan birinin saraya ait bir ardiye olduğunu saptadığımızı, “Onu da diğerleriyle birlikte yıkmamıza izin var mı?” diye sorduğumda: “Ne lazım geliyorsa yapın. Başkalarına kural koyup, kendimizi kayırmak olmaz” demişti.
Artık yapılacak iş belliydi. 3 nüsha yazdırdım ayrıntılarıyla, birini kalfalarıma, birini Sultan Selim’e birini de Vefa’daki mimarların evrak hazinesine. Kanun kural, yordam ben ve kalfalarımı bekleyen zor bir iş vardı.
Şehreminiler ve onun namzetleri, çok uzatmak istemiyorum ama şunu bilesiniz ki biz bu işi yapmak zorunda idik. Şehirlerin dertlerini anlamaya dilleri yoktur. Seslerini siz duymazsanız kimse duymaz.
Ben, Selimiye Camii’nin yapımı için Şehr-i Edirne’ye döndüğümde kalfalarım işlerine benim kadar önem verdiler canla başla çalıştılar bu da önemli, yoldaşlarınızı iyi seçin ve onlara hakkettiği değeri de vermeye sakınmayın.
Kalfalarım İstanbul’u kurtarmak için İstanbul ahalisine rağmen mücadele verdiler. Şunu hiç unutmadılar “Bir mimarın vazifeleri arasında, binaları insanların elinden ve geçmişi bugünün hırslarından kurtarmanın olduğunu.”
Kendilerine emanet edilen işi sahiplenen ve canla başla yapmış oldukları vazifelerinden dolayı kalfalarıma bir mektup yazdım. Bu mektupta yazılanlar sizin de düsturunuz olsun Şehremiler ve onun namzetleri.
Çalışkan Kalfalarım,
Şayet sultanımızın camiini tez vakitte bitirme emri almamış olsaydım, yanınızda olurdum. Selimiye Camii’nin aciliyeti ve ehemmiyeti, beni Edirne’de kalmaya mecbur bıraktı. Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’ni sizin mahir ellerinize gönül rahatlığıyla emanet edebileceğimi bilerek buraya geldim. Mamafih, bunun en meşakkatli işimiz olduğunun farkındayım. Bizim zanaata taşlarla dostluk kurar, çinilerle hasbıhal eder, mermerleri dinleriz. Fakat bu defa, sizler evlerini yıktığınız inanlarla yüz yüzesiniz. Bu pek zor ve külfetli. Elimden gelseydi o ailelerin her birini bahçeli konaklara taşırdım. Ama bu beni aşar. Sizleri de.
Yalnız şunu unutmayın ki şehirler de insanlar gibidir. Öyleyse sadece taştan ve ahşaptan yahut sokaktan ve abideden müteşekkil değiller. Onların da yüreği, beyni, midesi, ciğerleri var. Onlar da yaralanır ve kanar. Yapılan her gayrimeşru bina İstanbul’un kalbine çakılmış bir çividir. Her yangın ciğerlerine is doldurur. Bir şehre tıpkı masuma merhamet ettiğiniz gibi acıyabilmeniz lazım. Yoksa dengeli kararlar alamayız. Herkes her yere inşaat kondurmak isteyebilir ama bu İstanbul’u üzer, incitir, bitirir. Buna hakkınız var mı?
Şehirlerin dertlerini anlatmaya dilleri yok. Seslerini biz duymazsak kimse duymaz. Allah muvazenenizi daim kılsın.
Naciz Saray Mimarlarının Başı,
Marangozlar Piri Habib-i
Neccar-ın çırağı Fakir Sinan
 
Son bir şey daha söyleyip mektubumu bitirmek istiyorum.
 
Ey Şehr-i Edirne’nin bugünkü Şehremini’si Hamdi Efendi! Bak ne zahmetlerle, ne yokluklarla bir eser yaptık Edirne’mize. Adını duyurduk Sultanımız Selim Han’ın geldik bugünlere. Aman gözünün yağını yiyeyim şu silüeti bozma. Yer geniş sıkıştırma şehri. Bak bu yazılanları unutma, unutursan ne ben affederim ne de bu şehirdekiler.  Bu söylediklerim sadece sana değil, Şehr-i Edirne’nin diğer Şehremini Namzetlerine de ayrıca.
 
Tekrar tekrar gözlerinizden öper, inşaallah Cenabı Rabbim gönlünüzdekini verir.
 
 
NOT: Elif Şafak’ın son kitabı “Ustam ve Ben”i okumasaydım bu mektup olmayacaktı.
Bülent Saylam