Bazı insanlar kederi sever. Duygularını en dipte yaşar. Belki de bütün insanlar böyledir ama bazıları bunu saklamayı iyi bilir. Ben her zaman gülen, her zaman mutlu olan insanların mutlu olduğuna asla inanmıyorum. Sadece mutsuzluklarını saklamayı iyi bildiklerini düşünüyorum. Aksi takdirde sürekli kahkaha atan ve hep mutlu olan insanların ruh sağlığının bozuk olduğunu düşünebilirim. Çünkü bu dünya, o kadar gülünecek ve mutlu olunacak bir yer değil. Ölüm var bir kere. Eğer bir şey verirse sana bu dünya, bedavaya vermez. Karşılığında bir şey alır. Belki sen çok şanslısındır. Hep almadan veriyordur. Ya da sen öyle sanıyorsundur. Çünkü net olan bir şey var ki, hayat senden sevdiğin hiçbir şeyi henüz almamış olsa bile, gençliğini alıyor bir kere. Yetmez mi? Kendini çok mutlu ve şanslı hissetmeden önce “bir kere daha düşünün” derim. Bu arada bunları yazarken mutlu insanlara kızdığımı falan sanmayın, ben de mutlu bir insanım. Sadece abartmıyorum. Yani o kadar gülünecek bir şey yok diyorum. Hayat, acı ve sevincin karışımından oluşuyor. İnsanlar çoğu zaman mutsuzluklarını saklamayı başarabiliyor. Ama bazen olmuyor. Hayatın bütün gerçekliği, özellikle bazı mekanlarda, tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıveriyor. Mesela hastanelerde saklayamaz insan duygularını…  Mesela otogarlarda, havaalanlarında… Ya da meyhanelerde… Bir hastane bahçesinde kim mutlu, kim üzgün tüm açıklığıyla, aynaya bakar gibi görebilirsin. Bir otogarda da görebilirsin bunu. Bir meyhanede de. Sessizce bir köşede oturup gözlem yapmayı seven insanlar anlayacak en çok ne demeye çalıştığımı. Bir hastane bahçesi düşün mesela. Bir adam ve bir kadın yan yana oturuyor hiç konuşmadan. Birbirlerini tanımıyorlar. Birisi birazdan doğacak bebeğini kucaklamayı bekliyor, birisi de çok hasta olan annesinin artık sayılı kalan günlerinin dolmasını… Hayat bütün çıplaklığı ile gözünün önüne serildi işte şu an. Doğum ve ölüm, keder ve sevinç, hepsi aynı işte. İkisi de ağlatıyor sonuçta. Ve ikisi de gerçek. Doğum olmasa ölüm olmazdı. Ve hastane bahçesinde, bankta oturup ağlayan kadın, yanında bebeğinin doğmasını bekleyen adama, mutlu ve heyecanlı olduğu için kızamıyor. Kızmıyor. Ve otogarlar da aynen böyle… Üniversite için ailesinden çok uzağa giden bir öğrenci var orada, birazdan binecek otobüse ve el sallayacak ailesine. Annesi ağlamamaya çalışacak, babası ağlamamak için yarım yamalak sarılacak belki. Ve otobüs geliyor. Dolu gelen otobüsten, askerden yeni gelmiş bir genç iniyor. Askerin annesi ağlayarak sarılıyor oğluna, çünkü ayrılık acısı bitmiş. Birisi ayrılığın telaşı ve üzüntüsü içinde ailelerin, diğeri ise kavuşmanın telaşı içinde, sevinçli… Ve meyhaneler de böyle. Bir şeyi kutlamak için de gidersin meyhaneye, bir şeye rahat rahat üzülebilmek için de. Bir masada ilk maaşını almış bir genç, ailesini yemeğe getirmiş, gülüyorlar, mutlular. Yan masada ne derdi olduğunu asla anlayamayacağın, tek başına içen bir kadın. Gidip soramazsın da ne derdin var diye. Bakarsın ona, bir an üzülürsün, ama sonra kendi sevincini yaşamaya devam edersin. Bu söylediğim üç yer, yani hastaneler, otogarlar ve meyhaneler, dünyanın merkezleri bence. Acı ve sevinç, aynı anda öyle yaşanıyor ki bu mekanlarda, yaşadığımız hayatın ne kadar basit olduğunu görebiliyor insan. Dünya da tam olarak böyle bir yer. Kimi mutlu, kimi üzgün, kimi heyecanlı, kimi kederli… Dünya’ya bir soru sorabilme şansım olsaydı eğer, bu kadar ağırlıkla, bu kadar yükle, bu kadar duyguyla ve ona edilen bu kadar küfürle, nasıl hala dönebildiğini sorardım. Bir hastane bahçesinde bu kadar duygu yoğunluğu varken, kocaman Dünya nasıl kaldırabiliyor bunca şeyi. Anlamak mümkün değil.  Zaten belki de artık kaldıramıyor. Dünya yorgun. Belki de çocuklar dünya çok yorulduğu için ölüyordur? Olamaz mı?