Merhaba sevgili dostlarım. Dün gece eski fotoğraflar geçti elime. Uzun süre susuz kalmışların susuzluğuyla, her birine içercesine baktım. Fotoğraflarda kimler yoktu ki! Şu an rahmete kalmış annem, babam ev ablam, adlarını bile bilmediğim bazı akrabalar, o zamanki komşularımız ve kardeşlerimle ben.

Kimine güldüm bakarken, kimine acı acı gülümsedim. Kimi zaman da gözlerim nemlendi ve hüzünlendim. Fotoğraflardaki bazı kimselerin kim olduğuna ve bizim bu eski fotoğraf albümüne nasıl girdiğine akıl erdiremedim. Çevremde sorabileceğim ve fotoğrafı yorumlatabileceğim kimse olmadığı için de kafamda bin bir soru ile girdim yatağıma.

Çocukluğumun kasabası ve mahallesi öyle güzeldi ki… Ya da bize öyle gelirdi.

Kasabamız ufacıktı ve birkaç mahallesi vardı ancak. O günün yönetenleri kasabayı sıkıştığı o eski dar ve sıkışık konumundan kurtarıp nefes almasını istediklerinde yeni bir imar planı yapmışlar. O zamana dek kırsal alan sayılan ve ancak çobanların ve köyünden kasabaya gelip gidenlerin geçmeye cesaret ettiği o ıssız bölgeyi parsellemiş ve isteyene cüzi bir fiyata satmışlar. Rahmetli babam da o zaman paraya kıyıp bir parsel arsa almış ve konu komşunun da yardımıyla bir gecede bir ev dikmişler o arsanın üstüne.

Biz çocuklar için oynayacak o kadar çok alan vardı ki… Kelimenin tam anlamıyla özgürdük… Çocukluğumuzun tüm neşesiyle bağıra çağıra oyunlar oynar, alt alta üst üste boğuşur, minik anlaşmazlıklar yaşar ve yorgun bitik karşılardık akşamı.

Evlerimiz amiyane tabiriyle saptan samandan, soframız tek yemekten ibaret menülüydü ve büyüklerimiz bizi balık istifi dizer, bir yorganın altına yan yana yatırırlardı. Çok fazla yiyeceğimiz, güzel giysilerimiz ve hayatımızı kolaylaştıran lüksümüz yoktu ama mutluyduk.

Sonra büyüdük ve hayatın rüzgarına tabi olarak her birimiz bir yerlere dağıldık. Her birimiz kendimize yeni birer dünya kurduk ve o dünyada yaşamaya başladık. Aradan seneler geçti.  O zamanki arkadaşların çoğuyla yollarımız ayrıldı ve bir daha kesişmedi. Birbirimizi kaybettik. Şimdi saptan samandan evlerde değil apartman dairelerinde yaşıyoruz. Çocukluğumuzun dünyası ile kıyaslanamayacak kadar çok konforumuz var şimdi. Sahip olduklarımız arttıkça hep daha fazlasını istedik ve istiyoruz.

Sonra fark ettik ki; Biz insanlar konfora sahip olmaya çalışırken, sahip olduğumuz birçok değerimizi de kaybetmişiz. Neleri mi kaybettik?

Her şeyden önce ufkumuz kayboldu. Şimdi başımızı kaldırıp uzaklara bakmak istediğimizde ufuk yerine şekilsiz ve çirkin binalar görüyoruz. Sonra yıldızları kaybettik, çocukluğumuzun yıldızlarını. Evler, sokaklar ve şehirler şimdi ışıl ışıl olduğundan yıldızları görmek mümkün olmuyor. Sonra yeşili kaybettik. Yol boylarına her ne kadar fidanlar dikseler de o özgür yeşil artık yok.

O keyifli yağmuru, bolca yağan ve çocuklarda bayram coşkusu yaratan karı, nereden estiği belli olan rüzgarı, içimizi ısıtan güneşi, komşuluğu, güler yüzlü insanları, samimiyeti, içtenliği, aşkı, karşılıksız sevmeyi vs. kaybettik ne yazık ki… Bütün bunları kaybettikten sonra makineleştik, canlı robotlara döndük ve makine düzeninde yaşıyoruz artık. 

“Bum, trum tırak

 Makineleşmek

İstiyorum… “demiş ya Nazım, aynen öyle olduk sevgili dostlar. Şimdi– hasbelkader – bir ormana girsek başımız dönüyor. Oksijen sarhoşu oluyoruz ve “Dünyada ne kadar çok ağaç varmış…!”   diyerek şaşırıyoruz .

Ah dostlar, yine içinizi karattım biliyorum ama başka ne yapabilirim bilmiyorum. Dünyanın ve insanların durumunu gördükçe içim yanıyor zaten. Bu yazdıklarım içimin yangınının bir nebze dışa vurumudur sadece.

Yine doldu sayfa, yine bitti sohbetimiz. Yine ayrılık vaktidir dostlar. Sizlere “Hoşça kalın” demekten başka seçeneğim kalmadı. Görüşelim yine…