İktidar sahiplerine göre ekonomimiz uçuyor ama bizi çekemeyen dış güçler ekonomimizi baltalamaya çalışıyor. Ekonomik veriler ise tam bir Ekonomik Kriz alarmı veriyor. Yakın geçmişe baktığımızda Türkiye Ekonomisi de 2001, 2008, 2012, 2016’da krizleri yaşamış ve zaman içerisinde bu krizler kısmen de olsa bertaraf edilmiştir. Şimdi de 2018’de başlayan, gerekli önlemlerin alınmaması yüzünden 2019’da gittikçe büyüyen yeni bir kriz ile karşı karşıyayız. Şimdi onunla cebelleşmekteyiz.  Türkiye Ekonomisi sağlıksız beslenen, spor yapmayan, çalışmayan, abur cubura düşkün, sadece tüketen obez bir yurttaş konumundadır. Çalışmamakta sadece tüketmektedir. Kas yerine göbek büyütmekte ve bu göbekle de övünmektedir. Üretmediği için ihtiyaçlarını borçlanarak sürdürmeye çalışmakta, çevresinden borç dilenmekte, borç iyice arttığı için artık borç bulmakta da zorlanmakta ancak yaşam kalitesini artıracak önlemleri alma konusunda da ayak sürümektedir. Bu yüzden kalp, şeker ve yüksek tansiyon hastası konumundadır. Son geldiğimiz nokta ise solunum cihazına bağlı hasta konumudur.

 Cari açık ve bu açığın dış borç ile karşılanması, tüketim ekonomisinin pompalanması ve geri dönüşümü olmayan plansız inşaat ve altyapı projeleri ile sağlanan büyüme Türkiye’yi hastalıklı obez bir ülke konumuna düşürmüştür. Bırakın üretim tesislerine yatırım yapmayı, mevcutlar 70 milyar dolara haraç mezat satılmıştır. 17 yılda 2,3 trilyon dolar kaynak kullanılmasına karşın dış borç 550 milyar dolara çıkarılmıştır. 2003’te 18.3% olan enflasyon 2018 Eylül ayı itibarı ile son 12 ay %24,5 olmuş, Nisan ayı verileri ise ciddi manipülasyon şüpheleri ile %19,5 olarak açıklanmıştır. ÜFE %32’nin üzerinde olduğuna göre bunun önümüzdeki aylarda TÜFE’ye olumsuz yansıması beklenmelidir. 2003 yılında 1,4 TL olan dolar 2018 başında 3,7 TL, bugün ise 6,1 TL olmuştur. Dövizin bu oynaklığı karşısında yanlış ekonomik politikalar sonucu merkez bankası net döviz rezervleri sıfırlamıştır. 2003 yılında (2017 rakamları ile) 5700 dolar olan milli gelir doğal büyüme ile 14000 dolar seviyesine çıkması gerekirken 2017’de 10000 dolar seviyesinde kalmıştır ve son kriz ile birlikte 2018’de 8700 dolar olduğu hesaplanmaktadır. Ülkenin 2013’te BBB olan kredi notu (orta derece yatırım yapılabilir), B+’ ya düşmüştür. (Yatırım yapılamaz, aşırı spekülatif). Yine önemli bir parametre olan CDS puanı (Credit Default Swap, Kredi İflas Risk Takası) 2018 başında 155’ten bugün 515’e yükselmiştir. AB ülkelerinin çoğu 30 puanın altındadır. Bizden daha kötü 550 puan ile Ukrayna ve 1100 puan ile Arjantin bulunmaktadır. Beğenmediğimiz Yunanistan ve Mısır 330 CDS puanına sahiptir. CDS puanı ne kadar yüksek olursa o ülkenin kredileri geri ödeme kabiliyeti düşük yani temerrüte, ödeyememe riskine düşme ihtimali yüksek demektir. Bu durum da zaten dış borç ile ekonomisini sürdüren ülkemizin çok yüksek faizlerle borçlanabilmesine yol açmaktadır.  515 CDS puanı Türkiye ekonomisinin dünyada en riskli kategoride yer aldığını göstermektedir. Yıllardır gelişmekte olan ülkeler arasında ekonomisi en kırılgan beş ülke arasındayız. Dünya sefalet endeksinde 2018 yılında ilk beşte yer alıyoruz. Dünya refah ve gelişmişlik endeksinde 88. Sıradayız. Eğitimde OECD sonuncusuyuz. Sanayi üretimimizin sadece %3’ü yüksek teknolojik üründür. Dünya teknoloji liginde de küme düşmüş durumdayız. Bir yıl içerisinde mevcut borç faiz ve anaparaları ile cari açığı karşılamak üzere 220 milyar dolar yeni borç bulmak zorundayız. Kredi riskimiz yüksek olduğu için de yüksek faiz ile borçlanabileceğiz. Bu kadar kaynak kullanmamıza karşın geldiğimiz nokta 2002 yılının gerisindedir.

Sağlıklı ekonomi sadece ekonomik faaliyetlerle sağlanamaz. Katma değeri yüksek, yüksek teknolojik yatırımlara yönelmemiz gerekiyor. Bunun için de önce yetişmiş işgücüne ihtiyacımız var. Bu iktidar döneminde 8 kez değiştirilen (şimdi 9. Kez değişiyor), İmam Hatip Liselerine ayrıcalık tanıyıp meslek liselerini yok eden, hallaç pamuğu gibi atılmış bir Eğitim sistemi ile donanımlı kuşak yetiştiremez olduk. Üniversiteli işsiz üreten bir sistemimiz var. İyi işleyen bir hukuk sistemine ihtiyacımız var. O da önce Fetö’ye kurban edildi, şimdi de tamamen siyasallaşan, iktidar yanlısı bir yapıya dönüştürüldü. İstanbul seçimlerinin iptalindeki hukuksuzluk yargının siyasallaşması konusunda geldiğimiz noktayı gösteriyor. Üretim ve yatırımların desteklenmesi gerekirken gazete ve kitap basacak kağıt bulamaz hale geldik. Tarımda kendi kendine yeten bir ülke iken tüm tarım ürünlerini hatta samanı ithal eder konumdayız. Soğan ve patates lüks gıda sınıfına girdi. Hayvancılık bitirildiği gibi halk ithal şarbonlu et yemeye mahkum edilmiş durumdadır. Kamu ihale kanunu 180 defadan fazla değiştirilmiştir. Yani ortalama her ay bir kez değişmiştir. Yolsuzluk almış başını gidiyor. Ali Dibo’larla başlayan, Reza Zarrab’ın ayakkabı kutuları ile simgeleşen, Paradise ve Man Adası belgeleri ile doruğa çıkan ve gün boyu sıfırlanamayan paraların beslediği rüşvet çarkları ekonomik gelişmeyi kişisel gelişmeye döndürmüş durumdadır. Bu dönemde yapılan 800 milyar dolarlık kamu ihalelerinin 200 milyar dolarının birilerine rüşvet olarak gittiği dünya basınında yer aldı. Yaratılmasında pay sahibi olduğumuz Suriye krizinin bugünkü faturası 35 milyar doları geçmiş durumdadır. Elalem uzayda kara delik ararken bizim kara delik gibi her geçen gün biraz daha büyümektedir. İktidar ekonomik krizle uğraşmak yerine rantı kaybetmemek uğruna İstanbul seçimleri ile vakit kaybetmektedir. Sözün kısası ekonomi kötü değil, çok kötü yönetilmektedir. Evet, ekonomimiz uçuyor ama maalesef uçurumdan aşağı uçuyor.

Tüm bu çöküşe rağmen mevcut iktidar halkın bir kesimini kandırmayı başarabilmekte, ufak başarılardan zafer havası yaratıp başarısızlıkları başka etkenlere yükleyebilmektedir. Halkın gözü boyansa da ekonomik gerçekler değişmemektedir. Sağlıksız ekonomik yapı ekonomiyi kırılgan ve krizlere açık hale getirmektedir. Türkiye bu krizler ile ölmeyecek, hatta iyi yönetilse sağlıklı bir ekonomik yapıya kavuşabilecek, potansiyeli çok yüksek bir ülkedir. Bugün yaşadığımız ise maalesef bir ekonomik çöküş tablosudur. Üretim ekonomisine geçilmedikçe, savurganlık ve saltanat uygulamaları son bulmadıkça, eğitimde bilimsellik, teknolojik devrimler, adalet sisteminde tarafsızlık, idari sistemde liyakat ve performans öne çıkarılmadıkça ve yolsuzlukların önü alınmadıkça çöküşün faturası daha da artacaktır. Hem de ödenemeyecek şekilde. En kötüsü ise gelecek kuşakları da kendimiz gibi refahtan mahrum edecek olmamızdır. Sanırım bizi minnetle yad etmeyecekler.

Sözün Özü: Uçurumdan aşağı uçarken poponun yukarıda olması popoyu kurtardığın anlamına gelmez.