Nasıl seslenmişti Nilgün Marmara bir şiirinde eşine;

“Yakınların en yabancısıydın sen!”

İntihar ettikten sonra eşi ne demişti:

“Şiir yazdığını bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı”

Birbirinden habersiz, aynı evin içinde, aynı yastığa baş koyan iki beden, iki ruh…

Sanırım bu yerkabuğunda evlilik cüzdanı ile akit imzalamış milyonlarca yalnız insan; gönlümüzde bir kuytu köşe kuruyoruz kendimize. Kimsenin haberi dahi olmadığı, kaçacak göçecek yerimiz olmadığı vakit, sessizce çekiliyoruz oraya. Bazen kalabalıkların içindeyken bile, bazen kendimizden habersizce, tüylerine soğuk vurmuş ürkek bir kedicik gibi; bazen içimizdeki yaraların kabukları kopup kanadığı zamanlarda, sessizliğimizin tampon görevi yapması için; can havliyle sıkıyoruz elimizde kalan merhemin tüpünü, mercimek tanesi kadar kalmışsa, Nilgün gibi kalemi araç yapıp döküyoruz kağıda içimizi.

Bazen kimseyi incitmemek için örtüyoruz cümlelerin üstünü.

Bazen de;  kadınız ya, ana ya bir yanımız, başka kadınların üşümesine razı gelmiyor gönlümüz.

Bazen de içimizi sermek istiyoruz satır aralarına, yalnızlığımızın köşesinden gizlice sesleniyoruz birilerine, yalnız değilizdir belki diye.

Belki de sözlerimiz merhem olur birilerinin yaralarına. “Bir yerlerde, bizim gibi yalnızlığının dehlizlerinde çırpınan başka bir kadın daha vardır” diye bölüşüveriyoruz kuytu köşemizi.

Kimimizin sesi çok uzakta kalsa da, bir gün, elbet bir gün yansıması dalga dalga düşüyor pat diye kulağımıza ve gönlümüze.

Hadi dönüp bakalım içimize var mısınız?

Kaçımızın kuytu köşesinde içilmeyen çayların demi zifiri oldu, kaçımızın telvesi kurudu fincanın dibinde?

Kaçımız sevdik o kimseciklerin bilmediği köşeyi de, elimize köpüklü kahveyi alıp höpürdeterek içtik orada? Annem gibi kaç kadınız şu dünyada “içi geçmeyen, köşesinde sardunyaları ile eğlenen?”

Hep solumuzda sessizliğimiz, özene bezene bir bebeğe bakar gibi büyütüyoruz. Yaşamaktan geçtiğimiz vakitlerde sığındığımız, sedirlerindeki kanaviçelerin solduğu şark köşemiz.

Minik bir buse kondurdum, gümüş şekerliğinizin içindeki gül kokulu lokuma.

Bir de kafesinden saldığım saka kuşuna.

Açın avcunuzu bakayım;

Aralayın o simsiyah perdeyi;

Aralayın dünyayı sığdırıp bir kendinize dar gelen göğüs kafesinizi.

Bakın bakalım canlarım! Sedirin altına bir kağıt, bir de kalem bırakmıştım yaralarınıza sürün diye. Ölümün ardından seslenen, öldükten sonra sesi duyulan kaç kadının arasındayız ya da olacağız sizce? Ve “ölüm” bin fit yıldız hızıyla dolanıyor kimsenin bilmediği ama Azrail’in kol gezdiği kuytu köşemizde.

Çıkartın rengarenk kalemlerinizi kadınlar, çıkartın!

Boyayın köşenizi, kaldırın cümlelerinizin üstündeki örtüleri!

Çıkartın maun sandıkta bekleyen naftalin kokan kanaviçelerinizi!

Şimdi insanca yaşamak mı kolay geliyor, yalnız ölmek mi?

Çıkartın güveli çıkınlarınızda unuttuğunuz hayallerinizi

Ötelediklerimiz vardı hani, on yıl sonraya attıklarımız, tozlu rafların arasına sakladığımız bir çift sıcacık cümle!

Soluğu yalnızca ölüm keser unutmayın!

Soluğunuz içinizde kıvranırken nefesinizi tutmayın, salın kurumuş dalların üstüne üstüne.

Yeter ki, kendimize yabancı olmayalım kafi.

Sevgiler…

KADINIM BEN

(2018 yılı 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ ŞİİR YARIŞMASI’nda birinci olan şiirim)

Kanatlarımız yüreğimizdedir bizim..!

Gün geldi kuma gömüldüm,

Dövüldüm, sövüldüm, öldürüldüm.

Gün geldi ırgat oldum tarlada,

Gün geldi ana oldum, bacı oldum,

Yar oldum, yaren oldum..

Gün geldi ben, “ben” olmadan

“sen” oldum, “BİZ” oldum…

Bir yol tuttum Edirne'den Ardahan'a,

Dışım başka olsa da hamurum aynıydı,

Ezilsem de, kırılsam da dik durdum.

Kah toprak doldu tırnaklarıma,

Kah oje kırıntısı kaldı,

Kah çalışmaktan bîtap düştüm,

Kah çalıp oynamaktan…

Tarifini veremem sevginin.

Önce nakış nakış işledim,

Sonra böldüm sevdiklerime.

Bazen; gökte aradın yerde buldun,

Bazen; burnunun dibinde göremediğin oldum…

Tanıdın mı beni, bildin mi?

Kadınım ben, KADIN..!