Görüp hükkâm-ı  asrı münhaif sıdk u selâmetten  

Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten

Namık Kemal           

 

Sanatçının politika ile bağını Sait Faik'in bir sözünü değiştirerek ''sanatçı olarak bizi, politikanın dışında görseler kızarız, görmeseler kızarız'' diye anlatır Edip Cansever. Zira politika, toplumsal bazda yapıcı-yıkıcı yaptırımlara sahip bir olgudur. Sanatçı da günün yönetim koşulları ve uygulamalarına karşı tahlillerde bulunan, kimi zaman ters düşen, arzuladığı poetik ortam oluştuğunda da uyum sağlayan kişidir. Ters düşer, çünkü; sanatçı günün entellektüel tipini oluşturur ve kafasında kardeşlik, barış, adalet ve eşitlik yatar. Kapitalizmin kültür tahribatı, faşizmin ırklar üzerinden yürüttüğü siyaset, emperyalizmin yok edici savaşları ile sanatçı uyuşamaz, karşı koyar. Muhaliftir.  Konu ile ilgili Montaigne şu sözü söylemiştir; “Her şeyimizi emirlerine verelim, ama düşüncelerimiz bize kalsın. Önlerinde bükülen, dizlerimiz olsun, aklımız değil.

Sanatçı ve politika diyalektiğini şöyle tarif etmek gerekir: Sanatçı hem politikanın içinde, hem de dışındadır. İçindedir, bu onu hem bencillikten kurtarır hem de kuşağının ve çağının tanığı, toplumsal savaşçısı yapar. Dışındadır, ağır yönetim koşulları onu kimi zaman içe kapanık bir tavır takınmaya iter. Bu sanatçının değil yönetimi oluşturan bireylerin sorunudur. Sanatçı söylemek istediğini her daim söyler, toplumsallıktan uzaklaşması kendi seçtiği bir durumdur. Türk edebiyatında Tanzimat ve Servet-i Fünun birbirine belki de en zıt dönemlerdir. Tanzimat dönemi şahsiyetleri verdikleri tüm eserlerde ''bireyin özgürlüğünden, toplumsal refah ve hürriyetten'' söz etmişlerdir. Fakat zaman içerisinde artan baskıcı yönetim koşulları ve jurnalci yapı hürriyetçi fikirler ile yetişmiş Servet-i Fünûn devri şahsiyetlerini fertçiliğe itmiştir. Bu koşullar dönemin en başarılı sanatçılarının dahi konu sıkıntısı yaşamaya başlamasına sebep olmuştur. Mehmet Kaplan Servet-i Fünûncular için ''Mektep ve kitaplar onları hayata uymaktan alıkoymuştur'' diye bahseder. Toplumsal yaşamdan kopukluk dolayısıyla politikadan uzaklık dar bir konu aralığı içinde kalınmasına, devletin hasta ruhunun sanat ürünlerine yansımasına ve dönemin salon edebiyatı devri olmasına sebep olmuştur. İki dönemin karşılaştırmalı bu kısa özetinden sonra diyebiliriz ki sanatçı ayaklarını bastığı toprakların sarsıntılarından, sosyo-ekonomik yapısından, savaşlarından, yönetim koşullarından etkilenen ve bunu yapıtlarına yansıtan kişidir. Bu yaşadığı toplumun bireylerinin kültürlenmesinde önemli bir faktördür. Eğer etkilenmiyorsa bu sanatçının kendi seçimidir lâkin bu düşüncenin onu ideal bir insanlık ideolojisinin müstakil yapı taşları sayabileceğimiz eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve dayanışma gibi kavramlardan da uzak tutacağı aşikârdır. Bu da sanatçıyı boğacak tıpkı Tevfik Fikret gibi bir süre sonra toplumsal konularla daha çok ilgilenen yani politika ve sanatın diyalektiğine eğimli yapıtlar vermeye itecektir. Kimi zaman da tam tersi durum söz konusu olarak sanatçı kendi hayal dünyasına yerleşip teselliyi orada arayacaktır. Burada sanatçının bazen marazî bazense hayattaki duruşunun yapıtlarına yansıdığı durumlar söz konusu olabilir çıkarımı yapmak doğru olacaktır. Bu -genel olarak- sanatçı ile ilgili değil, dönemin koşulları, yetişme tarzı, toplumda yaşananların sanatçının ruhani vaziyetini ne denli etkilediği ile alakalı bir durumdur. Örneğin Nâzım Hikmet şairdir, aşıktır fakat sosyalisttir de. Sovyetler Birliğinin kuruluşu ezilen halkların, baskı altında olan sanat camiasının elbette gözlerini bu ülkeye dikmesine sebep olmuştur. Kanımca Stalin dönemine kadar da sanatın ve sanatçının özgürlük ırmağından kana kana içtiği bir dönem yaşanmıştır. Bu döneme kadar dünya üzerinde sanatın gelişimine Sovyetlerin katkısı tartışılmaz ölçüde büyüktür. Nâzım Hikmet de ideolojisinin, Sovyetlerin dünya üzerinde yarattığı tesir ve ülkesinde gördüğü baskıdan dolayı Sovyetler Birliği’ne sığınmış fakat yine de Türkiye siyasetine etki eden, yön vermeye çalışan siyasal hareketten kopmamıştır. Yine de siyasi yaşamı şiirleri ve aşkları kadar başarılı değildir. Zira yazının başından beri söz ettiğimiz üzere politika ve sanat diyalektiktir. Bu iki pararel olgu birbirine çok yakın mesafeden geçse de asla kesişmez. 

Son tahlilde politikanın gerçek yüzünde bilime ve mantığa uygun biçimde, yapıcı, tutarlı, şahsi menfaatlerden uzak bir anlayış yattığını kabul edersek, sanatçının da politikanın içinde olmaması  söz konusu olamaz. Politika kavramının doğru anlaşılıp işlediği bir toplumda günün siyasilerinin egodan, hırs ve makam düşkünlüğünden uzak olması gerekir. Bu da demek olur ki sanatçı politikanın bizzat içinde yer alacaktır. Böylece sanat ve politika diyalektiği de sekteye uğramadan işleyerek,  politika yukarıda bahsettiğimiz sosyal olgularda gerçek bir mahiyet kazanacaktır. 

Özgürce kalın...

 

                                                                                                                 Ulaş Deniz KESKİN