Demokrasilerde kamu yönetimi 3 sacayağı üzerine kuruludur. Yasama, Yürütme ve Yargı. Yine demokrasilerde bu üç fonksiyonun tek elde toplanmasını önlemek üzere kuvvetler ayrılığı prensibi de getirilmiştir. Bu prensip sayesinde iktidarı elinde tutanlar, seçimle gelseler bile, hesap verebilir ve denetlenebilir olma özelliğini sürdürmektedir. Ülkemizde yapılan son 3 referandumda adım adım bu kuvvetler ayrılığı prensibi yok edilmiştir. 

2007 referandumunda görev ve yetkiler tanımlanmadan Cumhurbaşkanını halkın seçmesi sağlanmış ve hükümetin yanında yetkisiz bir Cumhurbaşkanının yürütmeye ortak olması sağlanmıştır. 2010 referandumunda yargı reformu havucu ile yargı sistemli bir şekilde FETÖ’cülerin eline verilmiş, ordu dahil devlet kurumlarına ve siyasi yaşama kurulan kumpaslarla yurtseverler süründürülmüşlerdir. İktidarın aymazlığı ve hatta zamanında açık desteklemesi sonucu Fetöcü hainler darbe girişimine kalkışmıştır. Bu sebeple OHAL ilan edilmiş, FETÖ’cüleri temizleme bahanesi ile muhalif kıyımı da yaşanmış, ama nedense darbenin siyasi ayağı açığa çıkarılmamıştır. Darbe girişiminde etkisiz kalan istihbarat ve komuta kademesi ise görevlerinde kalmıştır. Sonuçları tartışmalı 16 Nisan 2017 referandumu ile de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kabul edilerek Parlamenter sistemin ruhuna fatiha okunmuş, kuvvetler ayrılığı prensibi iyice zedelenmiştir.

Tüm iktidar sahiplerinin başlangıçta şiddetle karşı çıktıkları erken seçim, ülkenin ekonomik ve siyasi olarak çok kötü yönetilmesi sonucu zamanında seçimin kaybedileceği endişesi ile baskın seçime dönüştürülmüş ve AKP iktidarı döneminde iyice kanıksadığımız eşitliksiz bir seçim sürecine girilmiştir. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de AKP devlet imkanlarını fütursuzca kullanmaktadır ve kullanmaya da devam edecektir. Devlet kaynakları iktidarın emrinde seçim rüşveti olarak oy devşirmek üzere kullanılacaktır. Yani vatandaşların tercihi kendilerine sunulacak kısa dönemli avantalarla çalınmaya çalışılacaktır.

Tüm bunların yanında dördüncü güç dediğimiz yazılı ve görsel medyanın halk adına yasama, yürütme ve yargı faaliyetlerini halka duyurma ve böylelikle denetleme görevi bulunmaktadır. Ancak günümüzde AKP hem devlet televizyonu olan TRT’yi hem de diğer yazılı ve görsel medyayı iktidarın borazanı haline getirmiş, halkın tüm parti ve adayları dinleyip özgür seçim yapma hakkını elinden almıştır. Oysa demokratik toplumlarda seçimlere katılan siyasi parti başkan, yönetici ve milletvekili adayları kamuoyu önünde tartışırlar ve seçim beyannamelerini anlatırlar. Bunlar da medyada yer bulur ve halk özgürce seçimini yapar. AKP ilk iktidar dönemi hariç, muhalefet ile hiçbir ortamda karşılıklı görüşlerini tartışma ve savunma ortamına girmemektedir. Geçmişte tüm siyasi parti yöneticilerinin aynı programda seçim vaatlerini anlattığı TV programları tarih olmuştur. Daha da kötüsü, havuz medyasında muhalefet partilerine ve Cumhurbaşkanı adaylarına neredeyse hiç yer verilmemekte, nadiren verdiklerinde ise hakaretamiz ve suçlayıcı ifadeler kullanılmaktadır. 

Yargının ve dördüncü güç olan medyanın iktidar güdümünde olduğu toplumlar totaliter rejimle yönetilmektedir. Bugün Cumhurbaşkanları adayları yürütmenin başı olmak üzere seçileceklerdir. Ancak sadece bugünkü Cumhurbaşkanı Medyada sınırsız olarak yer almaktadır. Üstelik biri de hapistedir. Bu da en hafif deyimle ‘Hak yemektir’. Bu yüzden Türkiye’nin önünde ilk aşılması gereken engel Türkiye’nin bu adil olmayan tek adam rejiminden kurtulup tüm iktidar sahiplerinin şeffaf, hesap verebilir olduğu, yolsuzluklarının afişe edildiği ve denetlendiği Parlamenter sistemin önünü açmaktır. 

İstedikleri kadar medyayı kontrollerinde tutsunlar, medyadan daha etkili Beşinci Güç İnterneti ve yerel basını unutuyorlar. En önemlisi asıl önemli güç tüm insanlarla yapılacak yüz yüze görüşmeler olacaktır. 

O halde demokrasiyi savunan herkes sahaya ve kimseyi kırmadan, incitmeden gerçekleri anlatmaya.