Zehra (3)

 

www.osmncskn.com

Osman Coşkun

 

***

 

Bursa’daki ikinci güne gözlerimi açtığımda saat sabahın sekizi civarında dolanmaktaydı. Samet abim ve ev halkı çoktan kalkmış kahvaltı masasında beni bekliyorlardı. Hemen banyoya geçip elimi yüzümü yıkayım sofraya geçtim. Beklettiğim için özür diledim. “Anlamadım ama, yol epey yormuş meğer beni” dedim. “Yol değil seni akşam yediğin zılgıtlar yormuştur” dedi Samet abim tebessümle. Dakika başı laf sokuyordu bana. Oldum bittim hep böyleydi bana karşı. Yadırgamıyordum artık. Zaten bu lafları yemek için gelmiştim buraya kadar. Henüz taşınalı üç ay olmuştu Bursa’ya. Üç aylık uzak kalış bile yetmişti.

Bursa merkeze inelim bugün seninle beraber, biraz dolaşalım. Ulu camiye falan götüreyim seni. Buraya kadar gelmişken Ulu cami’yi görmeden gitmene gönlüm razı olmaz. “Sen nasıl istersen abi” dedim. Kahvaltımızı ettikten sonra, hazırlanıp çıktık evden. Yol boyunca Samet abi anlattı, ben dinledim. O anlattıkça içimde huzur peyda oluyordu. Hiç durmadan anlatsın istiyordum. “Bak oğlum” dedi; “bu hayatta hiçbir şey başımıza boş yere gelmez, karşımıza çıkan insanların boş yere çıkmaması gibi, her şeyin bir sebebi vardır. İyi ya da kötü. Bunu biz bilemeyiz. Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer mutlaka vardır. Bunu bize zaman gösterir. Olayın cereyan etme anında farkına varamayız. Kötü dediğimiz bizim için iyi olabilir yahut iyi dediğimiz kötü sonuçlanabilir. İyiye de kötüye de aynı metanetle yaklaşmaktır aslolan. Kaldı ki, iyi ve kötü bizim zannımızcadır. Yoksa iyi ve kötü diye ayrılacak hiçbir şey yoktur. Her şey olması gerektiği gibidir. Bu dünya hiç boş değil. Her an her yerden bir tecelli zuhura gelmekte. Kimde ne hazineler gizlidir bilemezsin. Dilenciye dilenci nazarıyla bakmak kaybettirir. Yolda gördüğün, yanından gelip geçen binlerce insan. Herkes kendi derdiyle dertleniyor. Bazen hiç tanımadığın biri yoldan geçerken öyle bir laf eder afallar kalırsın. Onun için gözünü kulağını dört açacaksın dışarıya karşı. Gelecek olanları alacaksın. Arı gibi olacaksın, her çiçekten bal alacaksın. Ama tek amacın olacak, bal yapmak. Yani kendini tanımak, kendini bilmek. İyi olarak nitelendirdiğin fiilleri alacaksın üzerine libas edeceksin. Kötü diye nitelendirdiğin sıfatları da süzeceksin. Gördün ki karşındaki insanda kötü bir fiil zuhura geldi. Kınamayacaksın. Alacaksın o kötüyü kendinde deneyeceksin, aynı fiil sende de varsa şayet değiştireceksin derhal iyisiyle. Kınayacaksan kendini kınayacaksın, dışarısıyla işin olmayacak. Dışarıyla alışverişin sadece gözlemek adına olacak. Hepsi o kadar. Sen kendini bileceksin, bütün işin gücün kendin olacak. O kadar!

An zaman içinde kalmayı başaracaksın bütün bunları yaparken. Onu nasıl yapacağın hususunda da şöyle bir şey söyleyebilirim; nefesini takip edeceksin.” Nasıl yani der gibi baktım yüzüne. “Evet oğlum nefesini takip edeceksin. Duracaksın nefesini kontrol etmeye çalışır gibi, nefes alışverişlerini takip edeceksin. Sinirlendiğin anda direkt nefesine odaklanacaksın. Geçmişe mi takıldın kaldın, gelecek mi kafanı bulandırdı? Hemen nefesini dinlemeye başla. Beş dakika kadar dene bunu. Çünkü an zaman içinde alınan ve verilen nefesin tekrarı yoktur. Her şey o an olur. Bir an içinde aldığını nefesi başka bir an içinde geri verirsin. Ve bunu kontrol edemezsin ne yaparsan yap. İstemsiz bir şekilde devam eder. Bu da senin o anın farkına varmana yardımcı olur. İlk başta saçma gibi gelmiş olabilir. Ama dene. Bir şey kaybetmezsin.”

Sözünü bitirdiği gibi dikkatimin nefesime odaklandığını fark ettim. Yandan bir bakış atıp, bıyık altından gülüyordu Samet abi. Bursa merkeze giden metroya bindik. Yol boyunca bir daha hiç konuşmadı. Bense nefesimi takip etmekle meşguldüm. Alıyor veriyor, alıyor veriyor ve bu alışverişe odaklandığım anda, kafamdaki düşüncelerin silikleştiğini fark ettim. Tabi hayatın anlık kargaşası karşısında, bu nefes takip etme işini ne kadar başarabilirdim. Orası şimdilik muamma. Bakalım, her şeyde olduğu gibi bunu da yaşayarak görecektik.

Bursa merkeze gelmiştik. Ulu caminin önündeydik işte. Güzelliği karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Ne varsa eskilerde var klişesi döküldü dudaklarımdan. “Gel hele geçelim içeriye” dedi Samet abi. İçerisinin mimarisi de büyülemişti beni. Köşede adamın biri Ulu caminin tarihçesi hakkında bilgiler veriyordu. Somuncu babanın caminin inşaatı boyunca çalışanlara bedava ekmek dağıtmasından. Burada Hızır peygamberin bir vakit mutlaka namaz kıldığından, yine somuncu babanın Ulu caminin açılışında okumuş olduğu ilk hutbeye. Fatiha’nın yedi ayrı şehrini yapışından falan dem vuruyordu. Açılış sonunda caminin yedi ayrı kapısından çıkanların hepsinin kendi çıktığı kapıda somuncu babanın elini sıktığından, böyle bir keramet göstermiş olduğunu anlatıyordu.

“Hadi çıkalım” dedi Samet abi. Ne derse onu yapıyordum. Bırakmıştım kendimi. Nereye derse oraya. Caminin karşısında bir çınar ağacı vardı, oturduk gölgesine iki tane çay söyledik. Birer sigara telledik. Bakınıyorduk sağa sola. Bursa’nın güzelliği karşısında mest olmuştum. Mestane geziyordum. Bursa bana iyi gelmişti.

***

Ulu camiden aşağı doğru yürümeye başlamıştık. Az ileride kapalı çarşı olduğunu anlatıyordu Samet abim. Kapalı çarşı esnafı gözükmüştü ki, bizim sağımıza düşen bir yerden ney taksimi sesi duyulmaya başlamıştı. Oldum olası ney sesini duyduğum zaman transa geçerdim ben. Yine aynı şey olmuştu. Olduğum yere mıhlanmıştım. Sesin geldiği yöne doğru hipnoz olmuş gibi yürümeye başladım. Semazen kafe adında şirin bir yerdi burası. Ufak bahçesinde üç beş tane masa, beş on tane sandalye ve yerde gözleme açan ablalar. Çoluk çocuk, cümbür cemaat işletilen bir mekandı anladığım kadarıyla. Bahçenin orta yerinde, bahçe giriş kapısını cepheden gören ilk masaya oturmuştuk. İki çay da burada söyledik. Çaylarımızın gelmesinin akabinde, beyaz sakallı başı saçsız 55-60 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim biri geldi durdu masanın başında. “Selamün aleyküm” dedi, izin isteyip oturdu yanımıza. Kim olduğunu başlarda anlamamıştım. İşletme sahibi falandır herhalde diye düşünmeye başlamışken. Etrafta herkesin bu zat-ı muhtereme “dede” diye hitap ettiğini fark ettim. Bir çay söyledi kendisine. Sağı solu kolaçan ediyordu oturduğu yerden. Gelen müşterilerle ilgilenmelerini salık veriyordu. Hoşbeş muhabbetten sonra, bana döndü. Nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Daha masaya oturalı on dakika olmamıştı, beni tanımıyordu ve hayatımda ilk defa gördüğüm bu adam, bana hayatımın dersini vermeye başlamıştı; “evladım” dedi, “neden kararttın kendini bu kadar, ne düşündüysen o gelmiş başına.” Ki haklıydı, ben Zehra’yı kaybetme korkusuyla dolup taşıyordum, kaybettim netice itibariyle. Ne diyeceğimi bilemedim. O da benim ne dediğimle, ne diyeceğimle çok ilgilenmiyordu. Devam etti; “insan düşüncesinde zuhura getirmeği hiçbir şeyi yaşamaz. Batında olmayan zahire çıkmaz, düşüncelerinize çok dikkat edin” dedi. Nutkum tutulmuştu. Kimdi bu adam böyle yahu. “Allah kulunu çok sever. Hatta şöyle ki, sakın yalan söylemeyin, çünkü, sırf siz yalancı pozisyonuna düşmeyesiniz diye, söylediğiniz o yalanı size yaşatır, çıkarır karşınıza, kendi söylediğiniz yalan gerçek olur” dedi. “Ve kesinlikle unutma, eğer bir dua diline gelmişse ve sen amin diyebilmişsen, bil ki; Allah onun gerçekleşmesini murat etmiştir de, sadece senden duymak istiyordur. Dua yalvarmaktır. Yüce yaratıcı, kulunun kendisinden istemesinden çok hoşnut olur. Allah kabul etmeyeceği duayı diline getirmez, o duaya amin dedirtmez. Senin ettiğin dualar kabul olacaktır. Duayı bırakma. Düşüncelerini de kontrol altında tutmaya çalış ve sakın vazgeçme. Allah sabredenlerle beraberdir ve her güçlüğün yanında mutlak surette bir kolaylık vardır, ayette iki kere tekrar edilir. Tahkik her güçlüğün yanında bir kolaylık vardır. Seyretmesini öğren. Sakın acele etme, hiçbir şey vaktinden önce zuhura gelmez. Sen gidişatı değiştiremezsin. Onun için derler ki; acele işe şeytan karışır. Şeytanlaşmanın alemi yok. Bizim acele etmemiz, o işin gerçekleşmesini kolaylaştıracağı anlamına gelmez. Hiçbir zaman olmamıştır, hiçbir zaman da olmayacaktır. Bizim olaylar karşısındaki sabırsızlığımız, her şeyi çıkmaza sokmaktan başka bir işe yaramaz. Oysa kendi kendine olan her şey ne kadar da güzeldir. Mesela sen acele ediyorsun diye güneş vaktinden önce doğar mı? Sen acele ediyorsun diye açar mı bir gül vaktinden önce? Allah aşkına biz kendimizi ne zannediyoruz? Ne kadar da çok önemsiyoruz kendimizi biz böyle! Oysa aczimizin farkında olmamız lazım gerektir. Aciziz, muhtacız. Ve güzelim, şunu da çıkarma aklından, senin için hiç kimse mecburi değildir, sen de hiç kimse için mecburi değilsin. İnsanlar insanların hayatına girerler, çıkarlar. Bu geliş gidiş hep bir hesaplaşmadır desek yeridir. Çünkü olmamız gereken insan olacağızdır. Herkes bir şey öğretir. İyisiyle kötüsüyle. Sonra giderler. Bırak, gitsinler. Onlar gitsin ki, yenileri gelebilsin. Sen geçmişte yaşamaya devam edersen. Durmadan geçmişin sayfalarını kurcalarsan, bugünün sayfalarını karbon kağıdı koymuş gibi araya geçmişle doldurursan, gelecek diye tabir edilen zaman diliminde geçmişte yaşadıklarının aynıları karşılayacaktır. Bundan zerre şüphen olmasın. Şimdiye kadar yaşadıkların, birbirinin kopyası niteliğinde değil miydi? Evet, çünkü sen hep aynı kısır döngü içinde debelendin durdun. Öyle olunca da, birbirinin aynısı insanları çektin kendine. Sadece adları ve suretleri farklıydı, lakin karakter olarak hepsi aynıydı. Kişiler çok önemli değil. Sen yaşadıklarını gözünün önünden geçir ve neden ben hep aynı şeyleri yaşıyorum diye sor kendine. Geçmişle gelecek arasındaki bugünün sayfalarının arasında karbon kağıdını kaldır. Bırak beyaz sayfalar olduğu gibi kalsın ve her günün sayfasını günü gününe doldur. Yoksa tarih tekerrürden ibarettir  masallarıyla kendini heba edersin. Şimdi olduğu gibi. Kendini bu kadar harap etme. Zehra kızımızı da üzme, kendini de üzme” dedi ve ben beynimden vurulmuşa dönmüş bir şekilde. Ve biraz da sanırım sert bir üslupla, “nasıl, ne dedin sen” oldum. “Zehra kızımızı da üzme, kendini de üzme diyorum” dedi. “Sen Zehra’yı nereden biliyorsun” dedim. Hayatımda böylesi bir şok daha önce yaşadığımı hatırlamıyordum. Zehra dedi. Zehra kızımızı üzme dedi. Allah’ım ne oluyordu. Kimdi bu adam. “Sen, Zehra’yı nereden tanıyorsun yahu” dedim. “Evladım” dedi, “her şey herkese ayan beyandır, yeter ki görmeyi bil, bakmak başkadır, görmek başka” Buraya oturduğumuzdan beri geçen konuşmaları aklımdan geçirmeye çalışıyordum. Ben ağzımdan mı kaçırdım acaba diye yokluyordum kendimi. Yok söylemedim. Değil burada otururken, Samet abimle sohbet ederken dahi ağzıma almadım Zehra’nın adını. Nasıl olmuştu peki bu! Zehra dedi ya. Çat diye söyledi. “Zehra, Hz. Fatıma’nın lakabıdır, yüzü pek beyaz ve parlak olan anlamına gelir, diyelim ki ay yüzlü diye tabir edilir, ay gibi parlak ve saf olan. Üzme bu kızı. Yaptığın eşeklikler bini geçmiş, daha da kötü kelam çıkmasın ağzından, anlaştık mı” dedi. Önüme bakıyordum. Sanki Zehra’nın ailesinden birisine hesap veriyordum, öyle bir duruma düşmüştüm birden. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Bir sigara daha yaktım. Bir çay daha söyleyecektim etrafa bakındım, çay söyleyebileceğim kimseyi göremedim. Sesimi çıkarmadım. Oturdum sigaradan öyle derin nefesler çekiyordum ki arka arkaya üç fırtta sigara yarı olmuştu. Kafamın içinde trompetler, tanklar, uçak savarlar, bildiğin üçüncü dünya savaşı vardı. Dede söyleyeceklerini söyledikten sonra, “eh bana müsaade beyler, tanıştığıma çok memnun oldum” bana dönüp, “ demeyesin ki ben bir falcıya denk geldim, sakın ha, bizim falla işimiz olmaz. Biz içimizden geçenleri söyleriz. Bu söylediklerimizi de hiçbir falcı söylemez. İşkembe-i kübradan atmıyoruz. Kelam Allah’ındır, biz bize bildirileni anlatıyoruz, anladın mı evladım” dedi. Başımı sallayıp, onaylamaktan başka bir şey yapamadım. “Hadi Allahaısmarladık, kalın sağlıcakla” dedikten sonra ayrıldı yanımızdan. Yeni gelen müşterilerle ilgilenmeye başladı. Samet abiye baktım göz ucuyla. “Hadi biz de kalkalım biraz dolaşıp eve geçelim sonra” dedi. Kalktık, hesabı ödeyip çıktık mekandan. Lakin bir parçam, hem de önemli bir parçam orada kalmıştı. Aklım. Aklımı orada bırakmıştım. Beynimin içi boş bir oda gibiydi, söylenen her söz en az üç defa yankılanıyordu. Duvarlara çarpıp tekrar bana dönüyordu. Tekrar, tekrar, tekrar. Daha nelerle karşılaşacaktım acaba. Zehra’yı üzme dedi adam ya, hayatımda ilk defa gördüğüm adam bana Zehra dedi, üzme dedi. Benim adımı sorsan hatırlamaz, Zehra dedi bana ya.

Üzme dedi

Zehra dedi

Devamlı içimden dışımdan bunları tekrarlıyordum. Acaba uykuda mıydım ben? Acaba rüya mıydı bütün bu yaşadıklarım. Allah’ım, sen aklıma mukayyet ol. Ya da al toptan aklımı kurtulayım. Bu nedir böyle ya. Akılla izah edebileceğim şeyler değil ki bunlar. Kime anlatırım, ne yaparım. Allah’tan Samet abim yanımdaydı da, bütün bu olaylara şahit oldu. Bir ara ona döndüm. Bıyık altından gülüyordu yine. “Vay be, Zehra ha! Hiç söylemiyorsun da büyük aşık” diyordu. “Abi bu nasıl oldu” dedim. “Orasını bilmem de, üzme o kızı” dedi.  “Tamam abi” dedim. Bir mistik hikayemiz eksikti. O da oldu çok şükür…

***

söyleşir

evvelce biz bu tenhalarda

ziyade gülüşürdük

pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının

ne meseller söylerdi mercan köz nargileler

zamanlar değişti

ayrılık girdi araya

hicrana düştük bugün

ah nerde gençliğimiz

sahilde savruluşları başıboş dalgaların

yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller

elde var hüzün

 

o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan

çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması

sırılsıklam âşık incesaz

kadehlerin mehtaba kaldırılması

adeta düğün

hayat zamanda iz bırakmaz

bir boşluğa düşersin bir boşluktan

birikip yeniden sıçramak için

elde var hüzün

 

Attila İLHAN

 

 

Bursa’dan döndüğüm gibi Zehra’nın evinin önüne gittim. Daha gelir gelmez. Anlatacaklarım vardı. Bu başıma gelen olaylara inanmasını gerçekten bekliyor muydum bilmiyorum, ama kesinlikle anlatmam gerekiyordu. Apartmanın önüne gittiğimde önce telefonla aradım, “aşağıdayım otomatiğe basar mısın?” dedim. Telefonu açmış olmasına ayrı hayret ettim, kapı otomatiğini açmasına ayrı. Neyse, çıktım yukarıya. 10 numaralı dairenin kapısı yine aralıktı. Girdim içeriye. Hiç oralı olmadı. Oturmuş televizyon izliyor. “Hoş bulduk” dedim. “Ne istiyorsun gene” dedi. “Sen beni delirtmeye mi çalışıyorsun ben ciddi anlamda anlamıyorum, arkadaşım ne demek ne istiyorsun ya, evine gelmişim, bu ne vurdum duymazlıktır. Sakat kafalı mısın sen ya? Neyin derdindesin sen ben anlamıyorum. Bak saçma sapan bir dünya şey yaşamış olabiliriz, tamam eyvallah. Bu tavırlarını hakkettiğimi de düşünüyor olabilirsin, ona da eyvallah. Ama en azından geçmişte yaşadığımız onca güzel zamanların hatırına, evine gelmişim, kalk boynuma sarıl demiyorum sana, en azından bi yüzüme bak ya, ne derdin var derken bari yüzüme bak. Tamam yine sok köpek götüne, ağzımı açarsam adam değilim. Ama böyle olmaz yani, piç miyim lan ben, nedir benim kabahatim. Sen hiç mi hata yapmadın hayatın boyunca? Hataysa hata ben bunu kabul ediyorum, ben bunun pişmanlığını yaşıyorum kaç zamandır. Arıza mısın sen? Karşında pişmanlıktan deliye dönmüş bir adam var, seni kaybettiği için nereden nereye savrulacağını şaşırmış, afallamış. Sararıp dalından düşmüş yaprak gibi oradan oraya savruluyorum. Sense çöpçünün o yaprağı önemsediği kadar önemsemiyorsun beni. Arkadaşım ben seviyorum seni. İnsan kendisini seven, hesapsız kitapsız seven ve tekrar kazanmanın yollarını arayan insana böyle mi davranır ya, kendini bi benim yerime koy” dememle susmam birbirini izledi. Durdum. “Hayır” dedim, “kendini sakın benim yerime koyma, zaten istesen de yapamazsın. Sen ben olamazsın. Ben mesela kendimi senin yerine koyamam, istesem de yapamam. Empatiye falan da inanmıyorum ayrıca, kimse kimseyi bir başkasının yerine koyamaz. Yapamaz. Yok öyle bir dünya. Savsata.

“Allah aşkına ne istiyorsun, neden geldin buraya, geldiğinden beri yedin ömrümü, bi susmadın, yarım saattir susmanı bekliyorum, susamadın. Ne söyleyeceksen söyle, ne diyeceksen de, sonra da lütfen rahat bırak beni” dedi. “Yok bir şey Zehra, ben ne yapmaya geldiysem buraya, hiç işte. Boş ver” dedim. Döndüm arkamı tam gidecekken, oturduğu yerden kalktı. Gitme diyecek diye beklerken. “Senden bir şey rica edebilir miyim” dedi. “Tabi” dedim. “Yalvarıyorum beni bir daha rahatsız etme” dedi. Ne diyebilirdim ki bu sözünün üstüne. “Yalnız kalmaya ihtiyacım var benim, bu durumun senle ilgisi yok, inan senin yanında kendimi çok mutlu hissediyordum ben, senin yanında mutluyum ben, senin yanında güvende hissediyorum kendimi, ama olmuyor işte anlamıyor musun? Yapamıyorum. Bir türlü olmadı. Denedim, zorladım kendimi. Olur belki dedim. Ama olmadı. Ne olursun beni biraz kendi halime bırak. Biraz yalnız kalayım, sakin kalayım, kafamı bir toparlayayım. Sen böyle yaptıkça ben daha çok uzaklaşıyorum senden, ne olursun beni bana bırak, gelme üstüme. Hem kendini hem beni mahvetme…” dedi. “Ben de buna benzer şeyler söyleyecektim zaten… peki Zehra istediğin gibi olsun” dedim. Yeni bir cümleye başlayacaktı ki, elimle sus işareti yaptım. Döndüm arkamı çıktım. Bu sefer kapıyı sert çarpmamıştım, ama bu sefer yaşadığım hayal kırıklığı hayatımın en büyüğüydü herhalde, başka bir Ahmet Kaya şarkısı vardı bu sefer kulaklarımda, genel itibariyle dönüp dolaşıp bu şarkının dizinin dibine oturuyordum, hayatım bu şarkıyı tekrar tekrar dinlemenin üzerine kuruluydu sanki;

Geceden karanlık sebebim

Geceden mülteci kederim

Korkarım dönmez yüreğim

Korkarım güzelim korkarım

 

***

Hayatım Ahmet Kaya şarkılarını yaşamakla geçiyordu. “Doğdun da büyüdün ama, yaşamadın sen…” “Giderim” “Korkarım” “Dışarıda kar yağıyor benim içime yağmur” kıvamında. Ahmet Kaya albümünü koymuştu birisi sanki, ben de sırayla o şarkıdan o şarkıya geçiyordum. Anlamamıştım ki, iyi bir şey miydi bu! Yemin ediyorum Ahmet Kaya kendi şarkılarını benim kadar yaşamamıştır.

 

***