Herkese günaydın.

“Gitmeli…” diyor içimden bir garip ses. “Uzaklara gitmeli…” diyor.  Hani nasıl derler, başını alıp gitmek derler ya aynen öyle. Sadece başını alıp gideceksin. Malı, mülkü, samur kürkü, yeri -göğü, ovayı – dağı, suyu - yağı bırakıp gitmek… Her şeyi bırakmak…

Peki, nereye gitmek?

Ey içimdeki ses, nasılsa içim çürüdü sözlerinden, tamamla sözlerini. Her şeyi bırakıp, sadece kuru başı alıp nereye gitmeli? Hem kimden kaçacak insan? Neden kaçacak? Sen sorduğunun cevabını biliyorsan söyle hadi. Aslında her insan duyar böyle sesleri zaman zaman içinde. Herkes benzeri duygular yaşar bazen. O iç sesi birçoğuna fısıldar benzer şeyleri.

“ Kaç git…” der. “Kaç git, bırak buraları. İçindeki sesi dinle. Beni dinle. Sen özgürsün. İnsan özgürdür ve kapılar ardına, duvarlar arasına hapsetmek zulümdür insanı. İnsan dört duvarlara, bazen de görünmeyen duvarlara mahkûmsa eğer neden gelmeli bu esir kampına benzeyen dünyaya?

Kaç, kendinden kaç. Herkesten kaç. Her şeyden kaç. Seni doğurandan, seni doyurandan, sana kollarını açarak pranga olanlardan, kucakladıklarından ve seni kucaklayanlardan kaç.

Bir dakika dur burada.

Kaçacaksın içinin sesine uyarak. Belki dinleyeceksin seni çağıran sesi, belki kendiliğinden kaçtığını sanarak kaçacaksın. Nereye peki? Nereye kaçacaksın söylesene. Burada soruyu düzeltmek gerekiyor belki de, nasıl ve kimden, ne zaman kaçacaksın? Kaçmak sorunu çözecek mi bakalım? İçindeki sınırları aşacak, seni bağlayan zincirlerden, ayağına takılı prangalardan kurtulacak mısın kaçarak?

Ya içindeki prangalara ne diyeceğiz? Ya içimizdeki bağların gücünü yadsıyacak mıyız? Unutacak mıyız her şeyden kaçıp ta kendimizden kaçamayacağımızı? İnsanın içindeki en büyük pranganın kendi iradesi olduğunu göz ardı etmemeli insan. En büyük ve güçlü gardiyanın kendisi olduğunu unutmamalı.

İnsan – belki – herkesten ve her şeyden kaçar ama kendinden kaçabilir mi? İnsanın en büyük açmazı kendisidir. En büyük düşmanı kendisidir. En büyük yardımcısı ve müttefiki de kendisidir uygunsuz işler peşinde koşarken. İçindeki sese “ kaç “ komutunu veren de insandır aslında. İnsan, dışarıdan aldığını sandığı komutları, aslında kendi vermektedir yine kendine.

Dağlar, dereler, denizler, vahalar, çöller, tepeler, ovalar ve çakıllı deniz sahilleri gerilerde kalınca içindeki sesi duyacaksın. Sonra… Daha… ? Daha ne kadar… ? Daha nereye kadar… diye soracaksın. Sonra nihai soru dökülecek dudaklarından: Ben hep böyle kaçacak mıyım?

Aslında insan yalnızlığından kaçarken yeni yalnızlıklar üretir bilmeden ve istemeden. Yeni yalnızlıklar yeni bağlar kurar kimsesiz bir dünya ile. O kimsesiz ve ıssız dünya o insanın içine yerleşir sonra. Önce küçük bir tohum bırakır içinin en bitek yerine. Sonra tohumun can bulmasını izler. Tohum mümbit ortamda can bulur, kocaman bir yalnızlık dünyası olur. Kaçtığı yalnızlığı insanın, yeniden çıkmıştır karşısına. En güçlüsünden bir yalnızlık doğurmuştur içine bırakılan yalnızlık tohumu. Yalnızlığımız hiçliğe evrilir sonunda ve sıkıca sarar bizi içimizin hiçliği.

Bırak beni dersin, sesin boşlukta dalga dalga yayılır. Duyan var mı diye açarsın kulaklarını da, yalnızca kendi sesin duyulur. Ardından gürültülerle gelir içindeki yalnızlığın, içinin başköşesine kurulur. “Ah…” dersin. “ Ah yalnızlığım, nasıl da buldun yine beni! Oysa ne güzel saklanmıştım içimin en derin yerlerine. Ve kendimi azat etmiştim özgürlüklerimden. İçimdeki en koyu esaretleri kendim için biriktirdim ben. Azat etmek yetmez içindeki özgürlükleri. Yenileri gelir nasılsa onların yerine, daha eskilerinin izi silinmeden.

Bırak beni ki benle kalayım yalnızlığım. Sen içimdesin madem, seni neden yalnızlıklar dünyasında arayayım?

                                                                                                                      Necmi Duygulu