Zafer İlkokulu’na başladığım 1958 yılında, Drama’nın Çatak Köyü’nde doğmuş, Balkan Savaşı’nda annesin kucağında yetim kalmış ve 12 yaşlarında, mübadele ile Keşan’a gelmiş olan babam Mısırlıoğlu İsa sanıyla anılan İsa Elegeçmez, bazı geceler Eski Mektep Sokak, 8 numaralı kırmızı kiremitli, tek katlı bahçeli evimizde, aramızda fazla yaş farkı olmayan biz çocuklarını peçka başında toplar; bizlere ibret verici masallar, öyküler anlatır, düşündürücü bilmeceler sorardı. “Kırk kazlar” ,“Kırk katırı dokuz kazığa eşit olarak bağlamak” gibi bilmeceler beyin müzemde o günlerden kalan hikayelerdir… Okula gitme fırsatı bulamamış olan babamın bu öykü ve bilmeceleri nereden ve nasıl öğrendiğini bilmezdim. İşte bu öykülerden biri sonraki yıllarda Ömer Seyfettin’e ait olduğunu öğrendiğim “Yüz Akı” öyküsüdür…
Geçenlerde Çobançeşme’li Ahmet arkadaş ile emekli öğretmenlerden Ahmet Çimen ile Kadir Sezer’den edindiğim bilgiye göre, bazı köylerde, “6 Kasım” günü; davar sahiplerinin, kendi davarlarını ya da köy davarlarını gütmek için çobanlarla bir yıllık antlaşma yaptıkları gündü ve bu güne Çoban Kasımı denmekteydi. Bunu öğrenince, ister istemez babamdan dinlediğim Ömer Seyfettin’in “Yüz Akı” öyküsü geldi aklıma… ve bu günü neden Çobanlar Günü olarak kutlamayalım diye düşündüm.
Hiç okula gitmemiş olan babam Mısırlıoğlu İsa’nın bu öykü ve bilmeceleri nereden, kimden ve nasıl öğrendiği konusu ise, benim için halâ yanıtını aradığım bir bilmecedir… Öykümüz şöyledir;
Köyün ağası kendi davarlarını gütmek için çoban Yusuf’a bir yıllık antlaşma yapar. Yüz koyunu sağ salim geri getirmesi karşılığında sürünün eti, sütü ve yavruları Çoban Yusuf’un, yüz koyun ise ağanın olacaktır… Bir yıllık zaman su gibi akıp geçer. Ertesi yılın 6 Ekimi gelir…
Evinin avlusunda dört gözle çoban Yusuf’u bekleyen Ramadan Ağanın yüzü birden güler... Çoban Yusuf, omuzunda bir koyun postu ile yürüye yürüye eve doğru gelmektedir.
-Selamüm aleyküm ağam!
-Aleyküm selam Yusuf! Hoş gelmişen!
-Hoş bulmuşam ağam!
-Koyunlar nerde Yusuf?
-Hiç sorma ağam!
Bu cevap üzerine kaşları çatılan, yüzü buruşan Ramadan Ağa: “Devam et Yusuf” der...
-Ağam diye devam eder Yusuf. Sürüyü alıp gittikten sonra, bir gün hava bulutlandı. Şimşek çaktı, gök patladı. Bizim koyunlardan 72’ sinin ödü patladı. Önden gitti baş toklu, arkasından beş toklu… On’unu
verdim kasaba, onunu katma hesaba. Kurt kaptı birisini, al ağam getirdim son koyunun derisini deyip, sırtındaki son koyun postunu ağaya uzatınca, gözleri faltaşı gibi açılan Ramadan Ağa, kuyu üstünde duran yoğurt dolu kazanı kaptığı gibi Çoban Yusuf’un başından aşağı boca eder.
Bembeyaz bir suratla köy merasına doğru arkasına bakmadan koşarak kaçmakta olan Yusuf’u görenler, Yusuf’a seslenirler.
-Hayırdır Yusuuf! Bu ne hal böyle?
“Sormayın!” der Yusuf arkaya bakmadan kaçarken. Hesabını doğru verenin yüzü böyle ak olur…
Düşünmez misiniz? Ne az düşünüyorsunuz? Diyen yüce Yaradan’ın emrine uyarak düşünüyor ve diyorum ki, bazı iktidarlar, bu öyküde olduğu gibi “hesabımızı böyle yüz akıyla veririz” diye düşündükleri için mi, devlet malı deniz yemeyen domuz düşüncesiyle hareket etmekteler acaba?