Takvimlerin 1961 ya da 1962’yi gösterdiği yıllardı. Çocuktum. Bahar mevsimlerini; evimizin bitişiğindeki “Kilise Arsası”nı sarıp sarmalayan yemyeşil otları ve komşumuz Mustafa Gökalp Amca’nın demir parmaklıklarla çevrili, kesme taştan yapılma evinin kapısının üstünü örten mor renkli akasya çiçeklerini koklayarak ve sırtını kilise arsasının diğer kenarına dayamış olan Ömer Yörüklerin görkemli evlerinin geniş bahçesini boydan boya kaplayan yassı kayaların üstünde, Ömer’le dama oynayarak, kış mevsimlerini de; kapılarımızı örten kar yığınlarını kürekleyerek ve saçaklardan sarkan Hz. Ali’nin çift uçlu kılıcı Zülfikar gibi alımlı ve çifte su verilmiş çelikten yapılma Osmanlı kılıcı gibi kırılmaz sağlamlıkta ki buzları koparmaya çalışarak ve ayağımdaki cislavet lastiklerle Eski Mektep Sokak, Bekçiler Sokak ve Akasya Sokak yokuşlarında kızak kayarak geçirirdim. Ömer, Tahsin, Hüseyin, İbrahim gibi mahalle arkadaşlarımla, kilise arsasında biriken kar yığınları arasında kartopu oynadığımız da olurdu. Hele bu arsada oynadığımız kılıç, dakmen, uzun eşek, saklambaç, istop, kaydırak, beş taş… oyunlarıyla, Çukur Çeşme Sokak’ta Abidin, Çetin, Hüseyin Gökalp, Mümin, Faruk, Alaattin ve Halit’le yaptığımız tek kale futbol maçlarına bayılırdım. Kilise Arsası’nın arka ucundaki eczacı Mehmet Ağabey’in Keşan Ovası’na bakan görkemli evi, bana perili bir köşk gibi görünürdü. Şunu kesin olarak söyleyebilirim ki bir daha dünyaya gelsem, yine bu sokakta, yine aynı arkadaşlarımla, aynı oyunları oynayarak yaşamak isterdim çünkü sevmeyi ve sevilmeyi, başta Rukiye annem olmak üzere bu sokakta oturan insanlardan öğrendim. Ve belki de, Keşan Develeri’nin odun taşıyan son iki örneğini yine bu yıllarda, yarım şişe şırlanyağı almak için gittiğim Hasan Bozkurt Amca’nın bakkal dükkânının az ilerisindeki "Haşim Ağa’nın Fırını ile tek kurnalı
sokak çeşmemizin hemen karşısında, Taflan Sokak ile Bekçiler Sokak’ın birleştiği köşede oturan sırt komşumuz Osman Ağaların Evleri’nin önünde gördüm. Bekçiler Sokak tarafındaki diğer komşumuz, gecenin zifiri karanlıklarında düdük öttüre öttüre sokaklarda gezinen Murat Amca idi. Murat Amca her gün Mehmet Çuhacı Amca’nın ablası olan sevgili eşi Lütfi’ye Nine’ye “Hadi Allah’a emanet ol!’” !” diyerek Bekçiler Sokak’ına bakan yüksek taş duvarla çevrili evinden çıkar, sol tarafa yönelir, kapımızın önünden geçerek karakola giderdi. Çünkü pazvanttı. Murat Amca’nın oğlu Nazmi Vardar Ağabey, arka bitişik komşumuz Mustafa Dalgakıran, Ali Rıza Dayımın damadı eniştem Hasan Soysal, Dülger Nebi ve Ferhat Uysal, Cambaz İsa, terzi Hüseyin Sarp, Mustafa ve Faik Özkaya gibi arka sokak komşularımız da genellikle aynı yolu izlerler, bazen Ahmet Uğura, bazen Mustafa Gökalp, bazen babam, bazen da Hüseyin Karadayı ile selamlaşarak yollarına devam ederlerdi. Biz de ailece, genellikle aynı yoldan gidip gelirdik. Kahveler önü yolunu daha az kullanırdık...

Pencereleri demir parmaklıklarla örtülü kesme taşlı Rum Evleri’nde oturan Hüseyin Karadayı, Mustafa Gökalp, Ahmet Uğuraç, “Eski Mektep Binası”nda oturan Necmi ve Hayrettin Gürsel, onların karşısında Karahisarlı Mehmet Kaya, Hilmi Konu ve Hilmi Banguoğlu’nun kapılarının önünden geçerek, müdürlüğünü Nazmiye Hanım’ın yaptığı iki katlı Dikiş Nakış 0kulu’nun tabelasına çocukça bir selam verir, kara bir beygirin, döne döne, susam tanelerini tahine çevirdiği küçük tahinhanenin penceresinden içeriye bir göz atar, tahinhane bitişiğindeki Erdoğan ve Gündoğan Talih’in babaları
İsmail Talih Amca’nın Evi’nin tam karşısındaki köşede, mahalle sığırları ile arabacı beygirlerinin yalaklarından su içmeden geçmediği ve kalın borusundan su akarken kaval çalan kebeli bir çobana benzettiğim Çukur Çeşme’yi görür görmez gülümserdim. Çünkü okul dönüşünde, ondan testiyle su alacağımı ve su alırken, birkaç kümes hayvanı ile alaca ineğini önüne katarak, yerçekimine çaresizce boyun eğdiğini gösterircesine Çukur Çeşme ile evi arasında iki büklüm gidip gelen Ayşe Nineyi göreceğimi bilirdim. Çukur Çeşme’nin dibinde, Feride Çuhacı Teyze’nin kardeşi terzi Nuri Diker Ağabey’e ait iki katlı taş eve yönelmeden yola devam etmezdim. Çünkü giysileri yırtılmış ihtiyar bir derviş gibi hâlâ yerinde duran iki katlı bu taş binanın alt katında; 1922 yılında, ”Yunan Komitaları” tarafından, evinde, çocuklarının gözleri önünde katledilen, eski Edirne Senatörü ve milli eğitim bakanlarından Hasan Tahsin Banguoğlu’nun doğduğu köy olan Radiboş Köyü İmamı dedem Molla
Hasan’ın torunu olan Salih Dayımın oğlu Mehmet Soysal Ağabeyimin çalıştırdığı bakkal dükkanına uğrardım. Sonra yoluma devam eder, Mehmet Çuhacı Amca ve Celil Ağaların, kesme taşlardan yapılma iki katlı görkemli evlerine baka baka, Çukur Çeşme Bayırı’ndan yukarı doğru yürür, Mahmut Kemal’in Evi’nin önünden geçerek, ibadet yeri gibi gördüğüm, Yaşar Göksoy öğretmenin başöğretmenlik yaptığı Zafer İlkokuluna giderdim. Okul kapısından girmezden önce, sol taraftaki
kaldırımda küçük bir abide gibi duran ve üzerinde “CHF.1929 “ yazan çeşmeye bakmadan edemezdim. O zamanlar karanlık dar sokaklarda birer karakol binası gibi duran, tek ve çift katlı Rum Evleri’nde, bir-iki büyük baş hayvan bakarak geçimlerine katkı sağlamaya çalışan mahallemin çilekeş insanları, 1934 yılındaki “soyadı Kanunu”ndan önce; Çöpçü Hüseyin, Postacı Mehmet, Şıptar Ali, Burunsuz İsmail, Sarı İsmail, Mısırlıoğlu İsa, Pomak Hasan, Paşo, Pazvant Murat Amca,
Derebeyi Hasan, Kaymakam Ahmet, Kaymakam Hilmi, Koca gelin, Molla Ahmet, Aziz Aga, Arabacı Bayram Aga, Dülger Ferhat Dülger Nebi, Karadayı, Lofçalı Ahmet, Radiboşlu Kazım Efendi, Rıza Efendi, Salih Efendi, Çorapçı Nezir, Arnavut Hasan, Boşnak Zihni, Yapakçı Mustafa, Asırcı Elfidabla,

Kemancı Ergin, Emiş Abla, Çömlekçi Memet, Kemancı Tahir, Gırnatacı Selim, Gırnatacı Aguş, Darbukacı Recep, Davulcu Hüseyin, Çorapçı Fetye, Asırcı Fetyabla, Rasim Kahya, Ahmet Kahya,
Molla Ahmet, Altınağalar, Çor Ali, Celil Ağa, Süleyman Ağa, Koyuncu Dede, Gardiyan İbrahim, Bozacı Hasan, Altıntaşlı Kuzman, Bozacı Ramadan, Bozacı Fettah, Sinemacı Rıza, Berber Rıfat, Fırıncı Haşim Fırıncı Hilmi, Bakkal Zeki, Dondurmacı Şakir, Madam, Patron Dede,
Çıtaklı Tahir, Cümbüşçü İlhan… gibi lâkaplarla anılırlarken, soyadı kanunundan sonra; Vardar, Dinlersöz, Soysal, Dalgakıran, Kurt, Uysal, Batı, Tuna, Yörük, Bülte, Bozkurt, Uğuraç, Ayhan, Akyol, Gürsel, Kaya, Konu, Yıkılmaz, Banguoğlu, Özkaya, Denktaş, Katıksız, Ergin, Öngel, Sarıçan, Yıldırır, Yıldırıcı,Bulut,Şimşek, Yıldırım, Çakır, Arıtaşı, Gaytancıoğlu, Elegeçmez, Abacı, Peynirci, Mandacı, Maltepe, Avkıran, Kireççi, Ayaroğlu, Sarp, Kündeci, Sesler, Gökalp, Onur, Aktaş, Çuhacı, Tezcan, Şilit, İşlek, Küçükyıldırım, Utaş, Işık, Çetin, Işıktan, Turşucu, Duygulu, Arda, Uprak, Serçe, Şen, Karlıdağ, Balkan, Aslan, Kurt, Kaplan,Çelen, Sulukavak, Temelli, Akıncı, Tümer, Şen, Şaşmaz, Tutulmaz, Tokmak, Turşucu,Fıçıcı, Demirci, Arabacı, Büyükeren, Cinay, Göktaş, Bülte, Şare, Abalar, Poyraz, Şapçı, Gümücine, Selânik, Drama, Kınık, Mutlu, Irmak, Yiğit, İşbaşar, Tuna, Tunca, Aksu, Karasu, Selanik, Drama, Kahraman, Ece, Şavur, Filiz, Dinçer, Balcı, Şeftali, Badem, Varnalı, Kaçar, Kuşkonmaz,Beceren, Aksoy, Ürek, Kuş, Çelik, Tunç, Demir, Bakır, Çömlekçi Şalk, Yılmaz, Vatan, Deliorman Lodos, Poyraz, Rodoplu, Belen, Kızanlıklı, Gevgili… gibi, mahalleyi Balkan Havası kokutan adlarla anılmaya başlamışlardı...

Bereketli Rumeli topraklarında doğmuş,çocukluklarının bir kısmını bu topraklarda geçirmiş, tertemiz Balkan havası solumuş, bu toprakların besinleriyle serpilip, buz gibi sularıyla susuzluklarını gidermiş ancak 1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması gereğince, 1924 yılında gerçekleşen mübadele ile; evlerini, barklarını, camilerini, mezarlarını …doğdukları topraklarda bırakarak buralara yerleştirilmiş ve Mustafa Kemal Atatürk’ün 17.Ocak. 1931 tarihinde:“ Muacır diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geride kalanlar yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ricat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler, kaybedilmiş topraklarımızın MİLLİ HATIRALARIDIR” satırlarıyla dile getirdiği bu cefakâr, bu vefakâr, bu çalışkan insanlar, yerleştirildikleri yerlerde, ekmeklerini; yokluğun, kıtlığın, az gelişmişliğin ve cehaletin midesinden çıkarmak için, alın terleriyle suladıkları toprakları tırnaklarıyla kazarak, Atatürk Cumhuriyeti’nin gelişmesine ve yücelmesine katkı sağlamaya çalışmış adsız
kahramanlardılar. İşte her biri Atatürk ve cumhuriyet aşığı olan ve benim için mücevherden değerli mübadele göçmeni komşularımın arasında, mübadele göçmeni bir aile olarak haya-
ta tutunmaya çalıştığımız günlerin birinde babam Mısırlıoğlu İsa’nın,1948 yılında, Eski Mektep Sokak’ta, kilise arsası bitişiğinde satın aldığı arsa üzerinde, ihtiyat askerliği arkadaşı Yusuf Katıksız Amca ile birlikte yaptıkları çamur harçlı, moloz taşlı evimizin AYAT adını verdiğimiz giriş salonundaki NİŞ içinde, lambalı radyonun yanında duran Akşam Gazetesi ile bir kaç kitap görünce; “Allah Allah! Annemle babam okuma-yazma bilmezler. Bunları buraya kim koymuş olabilir?” sorusunun cevabının ağabeyim” olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Çünkü okulun yanı sıra, babamla kasaba pazarlarına da giden ağabeyimin, okumaya nasıl zaman ayırdığını ve kitaplara olan bu ilgisinin nereden geldiğini çözememiştim. Öğrencilerine kendi yazdığı Türkçe kitabını okutan ve
fiziki görünümünü Atatürk’e benzettiğimiz, Keşan 0rtaokulu Müdürü Sayın Hamit Fethi Gözler’in öğrencisi olan ağabeyim ihsan Elegeçmez’in, on beş-on altı yaşlarında iken, içinde dünya klasiklerinin de bulunduğu kitapları okuduğunu öğrenince, şaşırmamam mümkün değildi elbet. Üç Silahşörler, Dorian Gray’ın Portresi, Devlerin Düşüşü, Monte Kristo Kontu, Kavgam, Bozkurtların Ölümü, Bozkurtların Dirilişi, Kuyucaklı Yusuf, Alkatraz Kuşçusu, Kolsuz Kahraman, Madam Bovary O’nun okuduğu kitaplardan bazılarıydı... Ağabeyimin söylediğine göre, O’na kitap okuma alışkanlığını, Zafer İlkokulu’ndaki sınıf öğretmeni, Enez kökenli ve Kepirtepe Köy Enstitüsü
mezunu sayın Mustafa Esengin Öğretmen kazandırmıştı. Bir zamanlar İstanbul’da mimarlık yapan Ayhan Yaman Şekeral, eski milletvekilimiz sayın İsmail Üğdül, yüksek mimar-mühendis Haluk Ergene, öğretmen Hüseyin Çapacı, Nevzat Atağ, Veli Bozkurt, Erdoğan Gürsel, kırtasiyeci Önder Beyazıt, Kunduracı Ali Sönmez, Sami Ergene, Veysel Beceren, İhsan Görgülü, Celil Sürekçi, gibi pek çok Keşanlı genç, O’nun öğrencileriydiler. Gördüğüm kitaplar arasında ilk okuduğum kitap,“Kan Konuşmaz” romanı oldu... Roman, okuyucuyu sürükleyen bir anlatımla sürmekte ve işlediği bir trafik suçu nedeniyle yargılandığı mahkemede, kendisini büyüten Nuri Usta’yı, sonradan babası olduğunu öğrendiği varlıklı adama tercih eden avukat Ömer’in: “Ben senin babanım, cezaya çarptırılsam, benim evladım olarak senin kanın isyan etmez mi?” diyen, ama tüm yaşamı boyunca kendisini ve annesini ihmal etmiş olan öz babasına verdiği şu çarpıcı cevapla son bulmakta idi: “ Etmez! Çünkü beşeri alçaklıklar karşısında feryatları kanlar değil, şuurlar koparı. Ömrünün son yıllarında hiç olmazsa şunu öğren: KAN KONUŞMAZ! Kitabın adı olan “Kan Konuşmaz” başlığının altında ORHAN SELİM yazmakta idi… Sonradan öğrendim ki bu Orhan Selim, II. Dünya Savaşı öncesinde, Orhan Selim takma adıyla makaleler yazmak zorunda kalan, yazdığı şiirler ve düşüncelerinden ötürü uzun yıllar hapiste yatan ve ömrünün son yıllarını Rusya’da geçiren büyük şairimiz Nazım Hikmet’ten başkası değilmiş meğer bu çocukluk anılarımı sizlerle paylaşmadan edemedim... Atatürk Cumhuriyeti’nin yükselmesine ve yücelmesi ülküsüne birer taş koyarak ebedi âleme göç edenlerin mekanlarının cennet olmasını diliyorum. En derin saygı ve sevgilerimle…
…………………………………..*… …………………….

Ali Koç Elegeçme