1978 yılından bu yana, Saros Körfezi’nin yeni incilerinden Yayla Tatil Köyü’ne giderim… Adını andığım yıllarda, Yayla Sahili henüz Yayla Tatil Köyü değildi. Denize yakınlığı nedeniyle toprağı biraz çorak olan ve bu nedenle miras olarak kız evlâtlara verilen bölgedeki buğday- mısır tarlaları içinde, Yayla Köyü’nün koyunları ve sığırları otlatılır, gümüş renkli kumlarla kaplı birkaç yüz metre uzunluğunda ve ortalama on metre genişliğindeki sahil kumları üzerinde, yaz mevsiminin keyfi çıkarılırdı. Burada tatil yapanlar, köyle ilişkisi olan Keşan eşrafının tanınmış bazı simaları ile tahta barakalarda ve çadırlarda kamp kuran özel arabası olan Keşanlılardı.
Yayla Köyü’nün evleri de, toprak kerpicinden yapılmış evlerle, dişleri dökülmüş yaşlı bir aslan gibi, kumlar üzerinden denize doğru kükreyen, Cenevizlilerden kalma eski kalenin taşlarından yapılma evlerdi. Şu an, sahil boyunda çay bahçesi bulunan Yayla’lı Ali Aysel'e ait olan Ali'nin yeri henüz doğmamıştı. Sahil boyunda, yalnızca, bir köy bakkalı niteliğindeki “Memiş’in Yeri” vardı…
Deniz suyu o denli temiz, sahilin kumu o kadar sıcak ve çoktu ki, bol kumlu bu sahil bana 1990 yılında, Yayla Sahili adlı, Google’den ulaşabileceğiniz yirmi kıtalık şiiri yazdırmıştı…
Üstten bakıldığında, su altında gezinen deniz minarelerinin, öpücükler fırlatan minik balıkların gözlendiği ve şimdiki mendirek çevresindeki kaygan kayalar üzerinde deniz kes- tanelerinin güneşlendiği bu sularda, mutluluktan su üstünde zıplayıp uçan balıkları izler, oltama takılan kelebek balıklarının güzelliğine hayran olurdum.
Bazan da sahil boyunca sıralanmış güvem erik, ahlat ve kızılcık ağaçlarına baka baka, sıcak kumlar üzerinde yürüyerek Danişment Kıyıları’na selâm vererek Erikli’ye uzanır, bazen de Enez’e bağlı Vakıf Sahili’nin geniş kumsalıyla kucaklaşırdım. Yayla Sahili’nin çevresi, müstakil evlerle ve yapı kooperatiflerinin yaptırdığı beton evlerle dolmaya başlayınca, insan nüfusu da hızla artmaya, kira gelirleri ev, motel ve otel sahiplerinin yüzünü güldürmeye başladı. Bu gülümsemelerin kahkahaya dönüşmesi için yapılan balıkçı barınağı, yanlış yer seçimi ya da mühendislik hatası nedeniyle, bu bölgenin ekosistem dengesini bozunca, kendi kendini temizlemesiyle övündüğümüz Saros Denizi, bu güzelim bol kumlu sahil şeridini iki yıl içinde yutuverdi.

Yaşananlar rüya gibi idi… Ancak rüya değil, gerçekti. Yanlış sulama sonunda Kazakistan ile Özbekistan arasında bulunan ve Van Gölü’nün on sekiz katı büyüklüğündeki Aral Gölü’nü kurutan çevresel felâketin küçük bir benzeri gerçekleşmişti…
Balıkçı barınağı sonrasında yaklaşık on metre genişliğinde kum sahil yok olmuş, mavi deniz, “İplikçi Ali”nin Oteli’nin merdivenlerine tırmanmaya başlamış, müşteriler denize girmeden otele giremez olmuşlardı… Yaşananlar hem üzüntü verici hem de ürkütücü idi. Yayla Denizi, Marmara Denizi’nin yüzümüze tükürdüğü müsilâj gibi, evlerin duvarlarını tokatlamaya, sahil boyundaki birçok evin istinat duvarlarını yıkmaya, kumlu sahil ile liman yolu arasındaki sebze satan traktörlerin gezindiği toprak yolu bile yutmaya başlamıştı…
Sahil şeridinde evi olanlar, evleri ile deniz arasına kale duvarı gibi kalın beton duvarlar yaptırmak zorunda kaldılar… Ve limanda biriken organik atıkların oluşturduğu koku nedeniyle denize giremez oldular. İstanbul/Kadıköy Sahil Şeridi’nde gördüğümüz devasa boyutlardaki kayalarla yapılan balıkçı barınağı, sahil şeridinin deniz tarafından yutulması sonucunu doğurmuştu. Yani deniz, sahil boyundaki evlerin duvarlarını yıkarak, uzun ve geniş kumsalı içine çekerek intikamını almıştı… Kanal İstanbul tartışmaları bana, işte bu olayı anımsattı. Demem şu ki, kimse Türkiye’nin gelişmesine, kalkınmasına katkı sağlayacağı söylenen kanal İstanbul’un yapılmasına karşı değil ama Kanal İstanbul’un yarardan çok geri dönüşü olmayan zararlar doğuracağı endişesini taşıyanlar da, bu endişelerinde haksız sayılmazlar. Çünkü aşağıdaki sorulara ve benzerlerine tatmin edici yanıtlar aramaktalar. Kanal İstanbul ile birlikte, Tuna nehri dahil olmak üzere Karadeniz’e dökülen Karadeniz’e sınır olan ülkelere ait nehir sularının karıştığı Karadeniz suyu, Marmara Denizi’ne doğru aktıkça, Marmara Denizi daha çok kirlenip salya tehlikesi devam etmeyecek mi?

Kanal İstanbul çevresinde açılacak yeni yerleşim yerlerinde oluşacak olan bir kaç milyonluk yeni nüfusun atıkları, Marmara’yı daha çok kirletmeyecek mi?

Yoğunluğu Karadeniz’den daha çok olan Marmara Denizi’nin, 25 metre derinlerinden başladığı söylenen ve Marmara’dan Karadeniz’e doğru gerçekleşen ters yöndeki tuzlu su akıntısı, derinliği yaklaşık 21 metre olacak olan Kanal İstanbul’da nasıl gerçekleşecek? Ne gibi sonuçlar doğuracak?

Bu durum, akla gelmeyen sorunların ortaya çıkmasına yol açmayacak mı?
Keşan/Yayla Tatil Köyü’nde yaşanan olay gibi, akla gelmeyen olumsuz bir durumla karşılaşmamız söz konusu olamaz mı?
Depremle mücadele sorununu henüz çözmemişken, geriye dönülmesi mümkün olmayan bir durumla karşılaşırsak ne yapılacak? Bütün bunlar tamam da, yaşananların senle ne ilişkisi var ki, kâğıdı eline alıp kaleme sarılmışsın Ali Koç? Diyebilirsiniz… Bu devletin ekmeğini yemiş, suyunu içmiş emekli bir öğretmenin, devletine olan borcunu ödemesi gerekmez mi?

İşte bunu yapmaya çalışıyorum. Karıncaya sormuşlar “ağzında taşıdığın minicik su zerresi ile nereye gidiyorsun?” Bağdat’ta yangın varmış, onu söndürmeye gidiyorum” demiş. Gülmüşler, “Yolun çok uzun, yorulacaksın!” “Olsun!” demiş karınca: “Bağdat’taki yangını söndürme ideali uğruna yaşadığım yorgunluk bana mutluluk verir… Eğer yangına yetişirsem, yangını söndürmede bu su zerreciği kadar katkımın olması bana verilmiş en büyük ödül olur. Elimden gelen budur. Atalarım da böyle yapmışlar.
Ben onların yaptığı fedakârlık sayesinde varım” demiş. Başının üzerinde Azrail’in "Debrem" adlı kılıcının sallandığı İstanbul’da ortaya çıkan Kanal İstanbul adlı yangını söndürmede, minik karıncanın taşıdığı su zerresi kadar bir katkı sunabilmek dileğiyle…