II

 

Uzaklara dalmıştı içi dışı. Gözleri delmeye çalıştıkça anlamsız karanlığı, aynı karanlıktan başka bir karanlık daha vardı ve içinde hapsetmişti Ahmet’i. Sanki üç aydır uykusuzmuş gibi bir duygu sarmalamıştı bedenini. Öylesine yorgun ve bitkin hissediyordu ki kendisini, kolunu kaldırsa yığılıp kalacaktı sanki olduğu yere. Garip duygularla beş gündür evden dışarı çıkmıyordu. Saçı sakalına iyiden iyiye karışmıştı. Kapıcının oğlunun eline sipariş kâğıdını veriyordu. İstediği kitapları, gazeteleri, dergileri, sigarasını, iki şişe köpek öldüren şarabını aldırıyordu. Hem içiyor hem okuyordu. Gece gündüz, gündüz gece durmadan dinlenmeden okuyordu. En son siparişlerinin arasında Ömer Hayyam rubailerinin olduğu bir kitap vardı. Başka bir âlemdi Hayyam. Okudukça sanki kişilik değişimine giriyordu. Aklı merhamet ediyordu boyuttan boyuta giriyordu. Bir an bıraktı kitabı elinden, doğruldu. Kitabı odanın ortasında duran sehpanın üzerine koydu. Aynı sehpanın üzerinde kapıcının oğlunun yeni getirdiği siparişlerden olan kırmızı şarap şişesi vardı. Kadehe boşalttı şişeden. Sonra çalışma masasına geçti. Eline boş bir kâğıt aldı ve yazmaya başladı. Yazıp da gönderemediği, daha doğrusu nereye göndereceğini bilmediği mektuplardan birini daha yazmaya niyetlendi. Kalemi aldı eline başladı yazmaya:

 

Merhaba içimin ince sızısı,

Sana bu mektubu yalnızlığımın uçurumundan yazıyorum. Öyle bir uçurum ki, sanki birazdan bu sandalyeden kalkacağım ve düşeceğim. Aklımı yitirmek üzereyim. İçtikçe sana yaklaşıyorum. Sen hiçbir zaman benim yanımda olmadın zaten. Beni sevdiğini söylerken bile uzaktaydın sen. Uzaktın bana. Olağanca bir yabancılığımız vardı bir birimize karşı. Ben sana sarılınca anlıyordum senin benden çok uzakta olduğunu. Sürgünlüğün en acımasız ve istemsiz yanıydı yaşadığım. Sevdiğimi zannettiğim zamanlarda kendimi yalnız hissedip de sevilmediğim tokat gibi yüzüme indiği anda kendimi tanımlayamıyordum. Şimdi kapı çalsa ve gelsen, tanımam seni. O kadar uzun olduysa zaman, sen de beni tanıyamazsın. Saçım sakalıma, bıyığım boyuma karıştı. Bütün bunları kendi kendime sayıklıyorum da ne bana bir faydası var sayıklamamın ne de başkasına. Saçmaladıkça insan doğruları bulurmuş, ben niye bulamıyorum o doğruyu. Sana yaklaştıkça aklıma bir çığ düşüyor, susuyorum. Sibel diye doğruluyorum bazen yataktan. Uykumun en koyu yerinde kan ter içinde, soluk soluğa uyanıyorum. Önüm arkam, sağım solum her yanımdasın. Sen benim yanımdayken ben sana hep uzağım.

Geçenlerde sokak ortasında bir üniversiteli genci öldürmüşler. Kimin öldürdüğü meçhulmüş. Faili meçhul yani… Aslına bakarsan bütün bir toplumdur o failin meçhulü. İnsanlar insanlara değer vermiyor. Kayıp yaşıyor herkes hayatı. Bir günü kurtarma kaygısı sarmalamış bedenlerini. Günü kurtaralım derken, hayatları boş bir kitabın çizik atılmamış sayfaları gibi kalıyor. Dünyanın en saçma kitabını yazıyorlar yaşayarak. Oysa yaşamak, ne güzel iştir yaşamak. İnsan gibi yaşamak… Hani niye yaşadığını bilerek yaşamak… Sahi niye yaşıyoruz biz? Bir bilinmeze koşar adım giderken, bu anlamsız yarışın içerisinde kaybolmak istercesine ne için yaşıyoruz? Oysa bu dünya, bu insanlar, bu canlılar “aşk”ın yüzü suyu hürmetine yaratılmış değiller midir? Bütün şiirler, şarkılar “Aşk için yaşamalı” demiyor mu?

Hiç inanmadılar bana sevdiğim, sen de inanmadın. Zaten onun için gittin benden; “Bu kadar kısa zamanda aşk mı olurmuş” dediler, sen de dedin. Oysa ben aşktım, yani kendim olduğum bir şeyi sana yansıtmam öyle haftalarca süremezdi. Yani sana olan aşkımı sana göstermem, tamamıyla kişiliğimle alakalıydı. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şunu anlatmaya çalışıyorum, aşk bende sabit; sevdiğim, uyduracak bünye arıyorum. Bütün meselem bu işte benim! Sen kalktın dedin ki: “Sen oynuyorsun!” Aslında insanlar arasında tek oynamayan bendim belki de. Kim bilir, bunun içindi belki beni anlamamış olman. Uzak bir ihtimaldi seni olmadığım gibi sevmek. Dedim ya, seni olduğum gibi sevdim, kaldıramadın.

Aşkı herkesin kaldırmasını bekleyemeyiz elbette. Aşk bu, benzemez başka bir şeye. Mecnun örneğini vermeyi hiç sevmiyorum, ama adamı çöllere düşüren de aşkmış ya da başka bir deyişle Mecnun olayı aşmış… Olay Mecnun ya da Leyla olayı değil sevdiğim, olay biz olabilme olayı! Yaşamayı en ince ayrıntısına kadar kavrayabilme olayı!...Şimdi ben bu sandalyede oturuyorum diye seni aramıyor muyum? İşte bu sandalye, bu oda benim çölüm, her köşesinde seni arıyorum. Koşuyorum, öyle düşe kalka değil, salkım saçak düşüyorum yollarına. Peşime düşüyor aklım, aklımdan önde gidiyorum. Yani senin anlayacağın, aklımı peşime takmışım ardından koşuyorum. Zaten demiştim sana, “Aklımı da alıp gidiyorsun” diye.

Akılsızlık başa bela bir iş sevdiğim, akılsızlık aşk gibi bir şey. Aldın aklımı gittin, ben seni hep kalbimle sevdim. İşe duygusallık karıştı belki. Biraz mantıklı düşünemedim, hep kıskandım seni. Haklıydın, haklıydım, haklıydık… Onun için ayrıldık. Bir konu üzerinde birden fazla haklı olursa, kavga çıkar. Bilmiyorum fark ettin mi? Biz hiç tekme tokat kavga etmedik. Sen bağırdın ben sustum; sen sustun ben sustum… Ben yine sustum, sen bağırdın avazın çıktığı kadar. Çılgınca susuşlarım seni çılgına çeviriyordu. Bağırıp çağırmamı, kapıyı çerçeveyi indirmemi istiyordun, biliyordum. Hiç birini yapmadım, ne kapı indirdim ne çerçeve, ne çeneni kırdım, ne de kalbini. Çok sakin kalıyordum sanırım sana karşı. Benim sakinliğim öyle sandığın gibi bağırmayı bilmediğimden değildi sevdiğim. Bilirsin; mitinglerde en çok benim avazım çıkardı. Bağırılması gereken tek yer olarak ben miting alanlarını gördüm. Seni bir militan gibi sevmek isterdim, yüreği ağzında. Öyle de sevdim aslında, anlamadın. Bir militanın en çok sevdiği şey canandır, candan önce. Onun için kırmaktan korktum seni, kırıp da kaybetmekten korktum sevdiğim anlıyor musun?

Şimdi aklım peşinde mülteci… Unuttuğum ya da unutmak isteyip de kaybolduğum hiçlikte seni arıyorum. Kaçıncı ayrılığım, bu kaçıncı terk edilişim bilmiyorum. Ben sevmekten terk etmeye fırsat bulamadım, şimdi onun için seni yüceleştiriyorum.

Susarak başlamıştım aşklara, şimdi de susarak seni bekliyorum. Gelmeyeceğini biliyorum, onun için şiir yazıyorum. Şiir yazıyor, âşık oluyorum. Terk edilmeye sevdalıyım, terk et ki şiir yazayım…

Gel Sibel, ne olursun! Nereden olursa ol, çık gel, şafakla gel ve her şeye sıfırdan başlayalım. Sana anlattıklarımı unut demek laf-ı güzaf; ama olsun, beni unutma…

Ahmet Gökhan

13 Şubat 2008 / Edirne

 

Gönderilmek için yazılmıştı bu mektup; ama, nereye gönderileceği bilinmeden. Bir posta güvercini olsa bulabilir miydi Sibel’i. Kendi kendine “Saçmala bakalım Ahmet!” dedi ve aşkın biraz da olsa saçmalık olduğunu düşündü. Mektubu zarfın içine koyup yapıştırdıktan sonra, çalışma masasının çekmecesine koydu. Unutmak yabancı bir duyguydu, unutulmak ve unutulmanın acısı ise öz kardeşi gibiydi. “Yaşıyoruz işte nefes almak yaşamaksa, yaşıyoruz vesselam.” 

 

(Devam Edecek…)