Süleyman Eren Keşan’ın Büyükdoğanca Köyü’nden. İlkokulu Keşan’da okuyor. Kepirtepe Öğretmen Okulu için O’nu Matematik Öğretmeni Nedim Sezer, Türkçe Öğretmeni Salih Alabak hazırlıyor. Sınavları kazanıp Kepirtepe’ye kaydı yapılıyor. Biraz hareketli bir öğrenci olduğu için öğreniminin kalan kısmını Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu’nda tamamlıyor. İlk görev yeri Çanakkale Bayramiç ve İpsala Pazardere… İlkokul öğretmenliği… Sonra Keşan Halk Eğitimi Merkezi’nde 1975-1978 yılları arasında müdürlük… 78’de iktidarın değişmesiyle Lalapaşa’nın Dombay Köyü’nde tekrar ilkokul öğretmenlik yılları… En son 7 yıl Zafer’de müdür olarak emekli oluyor.
Birlikte çalıştığı öğretmenleri O’nun hakkında çok güzel şeyler söyledi… ”Ateşe atla dese atlarım… Çok adil, uyumlu, güleryüzlü ve çalışkandı…” O’nu böyle tarif ediyorlar…
D.A. – Öğretmen olarak ilk nerede göreve başladınız?
S.E. - 1970‘te Çanakkale Bayramiç’e öğretmen oldum. 1975’te de Edirne’ye tayin istedim. Kara Kemal diye biri var. O yörenin en yetkili kişilerinden ve doğma büyüme Adalet Partili. Ankara’da Milli Eğitim Müsteşarı Ahmet Nihat Akay’ın da arkadaşı. Kara Kemal’in mektubunu müsteşara götürdüm. Müsteşar:
“Evladım, seni Yenice’ye (Çanakkale) ilköğretim müdürü yapayım… (29 yaşındayım ve beni müdür yapacak. O dönemlerde ilçelerde milli eğitim müdürlüğü yok)
Ben: “Yok efendim, ben Edirne’yi istiyorum.”
Müsteşar: “Evladım, gel seni Gelibolu’ya Halk Eğitim Müdürü yapayım.”
Ben: “Yok efendim ben Edirne’yi istiyorum…”
Müsteşar: “Ne yapacaksın, sen illa Edirne’yi istiyorsun?” deyince, sesime de azcık coşku vererek,
“Efendim biz mücadelemize Edirne’de devam edeceğiz…”
Kızdı bu, öfkeyle,
“Haaa Çanakkaleyi kurtardınız sıra geldi Edirne’ye!…Çık dışarı! …”
diye bağırdı. Beni kovdu odadan… Koskoca müsteşar… Ne diyeceğiz müsteşara? Ceketi ilikleyerek süklüm püklüm çıktık dışarı. Baktım, Aydın / Ortaklar’daki müdür kapıda dikiliyor. Gittim yanına,
“Keşanlı hoş geldin. Nedir durum?” diye sordu.
Anlattım. Gülmeye başladı. Meğerse bizim okul müdürü Cavit Bey, Öğretmen Okulları Genel Müdür Yardımcısı olmuş. “Hayırlı olsun”, dedik… “Merak etme, ben uğraşacağım” dedi. Biz Gelibolu’yu beğenmezken İpsala Pazardere’ye tayin çıktı. Dizlere kadar çamur. Ahırdan bozma bir yer verdiler. 40 gün öğretmenlik yaptım ama bayağı da ülkücü yaptım.
D.A. - 40 günde bayağı ülkücü yaptınız ha?
S.E. - Evet…Ama temel sağlamdı. Biz o temelin üzerine bina inşa ettik. Sağ zihniyetliydi orası. Öyle olunca çalışmak daha kolay oluyordu.
D.A. – Çok genç bir yaşta müdür olmuşsunuz…
S.E. - Pazardere’de öğretmenlik yaparken bir cumartesi geldim Keşan’a… Önder Gazetesi vardı, bir de Tevfik Işık’ın gazetesi vardı adını şimdi hatırlamıyorum (……………) … Önder Gazetesi’nde bir haber: “Süleyman Eren Çanakkale’de öğretmen, Keşan Halk Eğitim Müdürlüğü’ne tayin olmuştur.” Doğru İpsala’ya ilköğretim müdürüne gittim. Dedim ki: “Hocam, benim Keşan Halk Eğitim Müdürü olarak tayinim çıkmış”. Müdür de “Yok yav… o sen değilsindir.”
Beni yakıştıramıyor, 29 yaşındayım. Nuri Hoca da o zaman 40-45 yaşlarında. “Bu kadar kısa zamanda halk eğitim müdürü mü olurmuş” diye düşünüyordur içinden. Edirne’ye gittim, kararnameyi alıp geldim Keşan’da Halk Eğitim Müdürü olarak göreve başladım. 1975 yılıydı. O zaman da 1. MC Hükümeti görevde. Ankara’dan birkaç zaman sonra bir emir geldi: “Ülkü Bir teşkilatını kurmak üzere görevlendirildin” diye. 1976’da Keşan’da Ülkü Bir’i kurduk ama 2 gün sonra bombaladılar bizi… Ne kapı kaldı, ne çerçeve… Olduk darmaduman…Tabii biz de boş durmadık. Karşılığını veriyorduk. Halkevi bizim Ocağı basıyor, bizimkiler Halkevini… Öyle bir dönemdi… Geçiş dönemi… Tabi iiyi şeyler değildi… Bugün aynı şeyleri yapmaya kalksalar şahsen mani olurdum.
D.A. - Zafer’e nasıl geldiniz?
Halk Eğitim Müdürü iken 78’de iktidar değişti. Beni Lalapaşa’nın Dombay Köyü’ne öğretmen olarak atadılar. 2 yıl orada kaldım. Sonra tayinimi Keşan’a istedim. Keşan’ın Mercan Köyü’ne geldim. 5 yıl Mercan’da kaldım. Mercan’dan sonra kendi köyüme, Büyükdoğanca’ya geldim. 5 yıl da orada kaldıktan sonra Keşan’da Zafer Okulu’na ilkokul müdürü olarak atandım. 7 yıl Zafer İlkokulu’nda (Şimdiki Ahmet Yenice Ortaokulu, daha önceki adı da Ahmet Yenice İlköğretim Okulu) müdürlük yaptım. En güzel yıllarım orada geçti. Çok iyi bir öğretmen kadrosu vardı. Zafer’in en popüler zamanlarını yaşadım. Ama Zafer Okulu popülerliği hak ediyordu. Bir dönem Keşan Anadolu Lisesi 104 öğrenci alıyordu, biz 42 öğrenci verdik. En düşük verdiğimiz yıl 32 öğrenci oluyordu. Burada ben kendime pay çıkarmıyorum. Çok gayretli öğretmenlerimiz vardı. Canla başla çalışıyorlardı. 850 öğrenciden 500’ünün velisi eğitim ve öğretimi yakından takip ediyordu. Öğretmen arkadaşlar haftada iki gün derslerden sonra ücretsiz kurs veriyorlardı. Öyle bir kadroyla çalıştık. Kendileri istiyordu ders vermeyi.
D.A. - Kepirtepe’deki müdürünüzle yıllar sonra karşılaşmışsınız…
S.E. - Kepirtepeliler Günü’nde, Kepirtepe’ye Ünsal Bey de geldi. Ünsal Hoca’mla kavga etmiştik.
“Hocam, ben Süleyman Eren” dedim, ”Verin elinizi öpeyim.”
“Niye öpüceksin elimi?” dedi.
“Hocam, sizin sayenizde öğretmen oldum. Hem de beni Keşan’ın en iyi okuluna müdür yaptınız” dedim. 30 yıl sonra Ünsal Hoca’mın elini öptük ve barıştık. Ünsal Hocam bu yaz Keşan Öğretmenevi’ne geldi. Orada da karşılaştık.
D. A. - Ne zaman emekli oldunuz?
S.E. - 2000 yılında emekli oldum. Sonra da MHP İlçe Başkanı oldum. Öğretmenken de ülkücü faaliyetlerden geri kalmadım. Bu yüzden çok cezalar yedim ama hep içindeydim. Rahmetli Türkeş, 14-15 sefer Edirne’ye geldi. Sohbet etme imkanımız olmuştu. En son kongreye geldiğinde herkes sıraya girdi, elini öpmek için. Ben de girdim sıraya… Öptüm elini… Tuttu elimden “Evladım Süleyman, nasılsın?” deyince çok gururlandım. Bana dünyaları bağışlasa çok önemi yoktu. Adımla hitap etmesi, beni tanıması her şeye değerdi. Aklında kalmışım. Kendisini çok severdim. Öyle bir şeydi ki, çocuk babasını dinlemiyor, Türkeş’i dinliyordu. Halbuki O’nu tanıdığı, gördüğü falan yok. Babası diyor ki, “ocağa gitme”… O ocağa geliyor… Öyle bir Türkeş sevdası vardı o dönemlerde. Rahmetli’nin bilinci de çok kuvvetliydi. Türkeş, Keşan’a gelecek, biz de O’nu sınırda karşılayacağız. Muhacir Köy’ün oradayız. Geldiler, karşılayanlardan birisi İpsalalıymış. “1945 yılında sizin askerinizdim” deyince, “Ya filanca onbaşı vardı, İpsalalıydı. N’oldu ona hâlâ yaşıyor mu?” diye, İpsala’dan birisini sordu. Aradan geçmiş 45 yıl, hâlâ hatırlıyor… Unutmamış. Zihni çok açık birisiydi. İki dönem ilçe başkanlığı yaptım. İki dönemdir de il yönetimindeyim. Halen il yönetimindeyim.
D.A.- Geçmiş yıllardaki ülkücü çocuklarla şimdikiler arasında nasıl farklar var?
S.E. - Çok farklı. Bizim avantajımız şuydu: Biz suyu kaynağından içtik. Onlar damacanadan içti.
D.A. - Herşey hazır geldi onlara, diyorsunuz…
S.E. - Hazır geldi tabii… Gelip Ülkü Ocaklarına, bu zaman için söylüyorum, bir saat konferans dinlemek büyük bir şey… Onun yaşıtları, kızlarla kafede otururken ocaktakiler konferans dinliyor. Büyük bir fedakarlık sayılır. Ama bizim dönemimiz öyle değildi. Bizler olayların tam içindeydik. Hem de kültürel yönden iyi yetiştik. Sık sık seminerler oluyordu. Namık Kemal Zeybek, Taha Akyol bizim seminer hocalarımızdı. Marmara Bölgesi’nde yapılan seminerlerin çoğuna katıldım. Ankara’ya gittik. O dönemin devrimcisi olsun, ülkücüsü olsun çok kitap okuduk. Seminerlere katıldık. Doğru veya yanlış o gençliğin bir amacı vardı. Her iki taraf için de bu böyleydi. Neydi amaç? Türkiye’yi belli bir yere getirmek, Türkiye’yi emperyalizmin etkisi altından kurtarmak. Amaç aynıydı metotlar farklıydı. O günlerde birbirimize silah çektiğimiz ama şimdi canciğer olduğumuz arkadaşlarımız var. Diyoruz ki, “Ya boşu boşuna birbirimizi vuracakmışız.” Konuşuyoruz şimdi, diyoruz ki, “Bak ikimizin de düşünceleri aynıymış. Sen de Türkiye Cumhuriyeti’nin devamından yanasın, bayrağımızın hep göklerde olmasından yanasın, amenna ben de öyle… Atatürk’ü sen de seviyorsun, ben de seviyorum… O’nun izinden gitmeye çalışıyoruz, gücümüz yettiği kadar… Sen de öyle… Ortak payımız varmış, o da Türkiye…” Aynı şeyleri istiyormuşuz ama oturup konuşmamız mümkün değildi yani. O zamanlar bir devrimciyle ülkücünün yanyana oturması mümkün değildi. Fakat şimdiki gençliğin pek bir hedefi yok. Yani, öyle kulağa küpe takmayla, kafelere gidip oturmayla olmuyor. Okumuyorlar. Araştırmıyorlar. Solda veya sağda bir dava adamlığı yok. O dönem çok kitap okunuyordu. Her iki tarafın gençliği çok okuyordu. O yıllarda ben de kendime göre çok okuyordum (Süleyman Bey hâlâ çok kitap okuyor. İlçe Halk Kütüphanesi’nin devamlı kitap alan müdavimlerinden. Ayın en çok kitap okuyanı seçildiği zamanlar var. Okuma sevgisini babası aşılamış O’na. Babası okuma yazma bilmediği için Süleyman Bey’e kitaplar getirirmiş. Süleyman Bey okur, babası dinlermiş.) Ilımlı solcularla oturup sohbet ettiğimiz zamanlarda duyuyorum diyalektik falan, yabancı kelimeler, anlatıyorlar, anlayamıyorum… “Ya ben de okuyorum ama o benden daha çok biliyor” diyorum. Meğerse birkaç şablon kelimeler varmış, onları konuşurken araya sıkıştırıyorlarmış. Aynı şeyleri düşünüyormuşuz, biliyormuşuz ama oturup konuşamıyormuşuz…
D.A. - Geçmiş yıllarda kanlı bıçaklı olduğunuz kişilerle şimdi çok iyi görüşüyor, oturup sohbet ediyorsunuz. Bu, yaşananlardan ders almak mıdır? Nedir?
“70’Lİ YILLARDA ZEKERİYA BEYAZ’I SOLCULAR SIKIŞTIRIYORLARDI”
S.E. - Tabii 5000 genç öldü. Hem sağdan hem soldan gencecik, okul çağında, üniversiteli öğrenciler, insanlar öldü. CHP Keşan’da her zaman güçlüydü. Kavga gürültü oluyordu. Ama ezdirmedik de kendimizi. Sınırlar ayrılmıştı. Ülkücüler TÖBDER’in yanından geçmemeye çalışıyordu. Onlar da Ülkü Ocakları’nın yanından geçmemeye çalışıyordu. O yıllarda Zekeriye Beyaz, Keşan Müftüsüydü. Solcular Zekeriya Beyaz’ı sıkıştırıyorlardı. Biz de o evine giderken yanına birkaç tane ülkücü veriyorduk. Şimdi de Zekeriye Beyaz’la bizim aramız bozuk. Mahmut Bozkurt 70’li yıllarda Eskişehir’de akademide okuyordu. Ama kanlı bıçaklıyız yani… Öyle tabir edelim… Şimdi arkadaşız. Oturup sohbet ediyoruz… Diyoruz ki, “Ya iyi ki birbirimize çok zarar vermemişiz…” Mahmut’la birçok ortak yönümüz var… Devletin devamı, Cumhuriyetin devamı, bayrağın indirilmezliği, vatanın bütünlüğü… Bugün O’nun fikri de aynı, benim fikrim de aynı…
D.A. - İlçe başkanlığı yaptığınız dönemlerde diğer parti başkanlarıyla aranız nasıldı?
S.E. -Gayet iyiydi. Atatürk’ün sözlerini çok severim ama içlerinde en çok sevdiğim “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” Bu zamanda artık CHP’liymiş, MHP’liymiş, İşçi Partili’ymiş kalmadı. Particilikten ziyade birlik beraberlik içinde hareket etmemizden yanayım. Şimdi söz konusu vatanımız, teferruata bakmıyoruz. Atatürk’ü biz çok iyi öğrenemedik. Ben kendim için söylüyorum. Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sını okuduktan sonra Atatürk’e merak sardım. Ondan sonra sonra O’nu çok iyi öğrendim. Atatürk çok iyi bir milliyetçiydi.
“GEMİCİ BİZİ SEVMEZDİ, BİZ DE O’NU”
İlk MHP İlçe Başkanlığı’na seçildiğim zaman 2000 yılında rahmetli Gemici (Mehmet Gemici) tekrar Belediye Başkanı seçilmişti. Nezaket ziyaretlerine başladım. Gemici dedi ki, “Ben Belediye Başkanı oldum olalı ilk defa MHP’den bir heyet beni ziyarete geldi.” Dedim ki, “Başkanım siz bizi sevmezsiniz, biz de seni hiç sevmeyiz. Ama Keşan’a yapacağın her hayırlı işte, çakacağın her hayırlı çivide biz de senin yanındayız.” Sevmezdik birbirimizi. Okulda müdürlük yaptığım dönemlerde kermes olurdu. Kermese gelirdi ama yukarıya odama hiç çıkmazdı.
Gemici öldü. Cenazesine gidilecek. Ülkü Ocağı’ndaki çocuklara ve Belediye Meclisi üyelerine “Sizler gelmeyeceksiniz. Hoşnutsuzluk, bir tatsızlık olmasın” dedim ve partiden birkaç kişiyle birlikte taziyeye gittik. Karayalçın da (Murat Karayalçın) cenazeye gelmişti. Orada tanıştık, ayaküstü sohbet ettik. Lütfiye Gemici taziyeleri kabul ediyor. Yanına gittiğimizde Lütfiye Gemici bana “Ben bu elleri sıkmak istemiyorum” dedi. Ben de “Hanımefendi siz istersiniz veya istemezsiniz. Biz buraya taziye için, insanlık görevimizi yapmak için geldik. Başka bir şey için gelmedik.” Lütfiye Gemici, bizim elimizi sıkmadı. Biz de oradan ayrıldık.
Mehmet Gemici’yi biz öldürmedik. Ha Gemici’yi biz öldürsek, dersin ki “kan davası var aramızda, ben bu kanlı elleri sıkmak istemem”… Kalp krizi geçirip öldü. Zaten ben olay çıkmasın diye kimseyi getirmemişim.
D.D. - Gemici’nin vefatından sonra Belediye Başkanı MHP’li Mustafa Ürek oldu… Bu biraz şaşırtıcıydı… Neden O’nu seçtiniz?
S.E. - Keşan Belediye Meclisi’nde çoğunluk bizde olduğu için başkan bizim partiden seçildi. O dönem 3 adayımız vardı. Ahmet Benk, Günay Gümülcineli ve Mustafa Ürek… İl yönetimi Ahmet Benk’i istedi, Ülkü Ocağı ve Keşan İlçe Yönetimi Mustafa Ürek’i istedi… Mustafa Ürek’i teşkilattan olduğu için istedik. Çocukluktan beri teşkilattaydı. Seçime 1-2 gün kala Ankara’dan Genel Başkan Yardımcısı, Kırşehir Belediye Başkanı, Çankırı Belediye Başkanı, Kırklareli Belediye Başkanı, İstanbul Milletvekili ve İl Başkanı geldiler… Bayağı hareketli saatler yaşadık. O gece saat 03,30’da son kararı verdik ve Mustafa Ürek’i Belediye Başkanı olarak seçtik. 3 yıl yaptı Belediye Başkanlığı.. tabii biraz sıkıntılı geçti.
1999 Seçimlerinde bir MHP rüzgarı esti. Türkeş’in cenazesinde milyonlarca insan vardı. Diğer merkez partilerde dağılma süreci başlamıştı. Bunlar bizim hanemize yazılan artılardı. Yerel seçimde MHP ve CHP başa baş götürdü işi. Biz seçimi kazanıyorduk ama bize göre CHPliler bizi kandırdı (gülüyor).
D.A. - Ama oylar kaç kez sayıldı…
S.E. - Burada 3 olan fark Edirne’ye gidince 5 oluyor… Tekrar Edirne’den Ankara’ya gidince 13-14 farka çıktı… Bize göre kandırdılar bizi…B elediye Başkanlığını tekrar CHPliler kazandı.
D.A. - Mustafa Bezbaş da Büyükdoğancalı…
S.E. - Mustafa Bezbaş benim köylüm. Geçenlerde O’nunla konuşuyoruz. Diyor ki, “Ben belediye başkanı olursam Keşan’daki bütün insanların belediye başkanı olurum. Bütün partililerin belediye başkanı olurum.” Bu güzel bir düşünce. Seçim bitince bir belediye başkanı rozetini çıkarıp cebine koymalı. Mustafa iş hayatında da güzel bir çizgi yakaladı. Burada Doğancalı olarak kendimize övünme payı çıkaralım. Köyde eğitime önem verme, okuma hareketi ilk Ali Gülen’le başladı. Ziraat Odası Başkanı da Büyükdoğancalı’dır.
D.A. - Eğitimde serbest kıyafet yasası konusunda ne düşünüyorsunuz?
S.E. - Benim 30 yılım eğitim - öğretimin içinde geçti. Onaylamıyorum tabii ki. Bizler tek tip önlüklerle okuduk. Herkesin forması aynıydı. Siz de aynı formalarla okudunuz ama hepimizin görüşleri farklı. Demek ki tek tip yetişmekle tek tip insan olmuyor. Çocuklar arasında sıkıntılar olacak…
Zafer’de müdür olarak çalışırken şöyle bir yöntem uyguluyordum. Müdür yardımcılarına, “Öğrencileri kaydederken karşılarına velilerin meslek gruplarını da yaz.” diyordum. Sınıfları oluştururken meslek gruplarını çıkarıyorduk. Velileri aynı meslekten olan çocukları farklı sınıflara dağıtıyorduk. Yani çeşitli meslek gruplarından oluşan karma sınıflar oluşturuyorduk. Durumu uygun olmayan çocuklar için maddi durumu uygun olan velilere, “Sizin sınıfınızda şuna ihtiyacı olan bir çocuk var.” Diyorduk, veli de yardımcı oluyordu. Gönderiyordu. O öğrencinin öğretmenine de diyordum ki, “Dersten çıkmadan 10 dakika önce benim yanıma gönder çocuğu.” Çocuğun eline veriyordum paketi “Al bunu giy, öyle gel” diyordum. Çocuk bilmiyordu kimden geldiğini…
Özel sınıf oluşturmak isteyen bazı velilerimiz vardı. Diyordum ki onlara, “Babası doktor ya da avukat olan çocuklar çok zeki de babası kaloriferci ya da memur olan çocuklar aptal mı? Bunu nasıl ölçeceğiz?…Olmaz öyle şey!” Eğitim hayatım boyunca izin vermedim böyle şeylere…
Ben bunun ideolojik olduğunu düşünüyorum…
D.A. - 2014 yılında seçim var. CHP’nin birkaç adayı var. Sizde de var mı adı konuşulan adaylar?
S.E. - (Gülüyor) Tedbirli olmak lazım… Tabii bu işin şakası. Düşündükleri bir aday vardır. Daha zamanımız var. Yeri gelince açıklanacaktır.
D.D. - Yazacağız hocam… ”Mutlaka iyi bir adayları vardır” diye…
S.E. – Yazın, mutlaka iyi bir adayımız vardır.
Ama aday olacak kişilere şunları söylemek isterim: Siyasetçi mutlaka halkla iç içe olmalı. Seçimden seçime halkı gezmemeli. Bu insanların oylarıyla Ankara’ya gidiyorlar. Bu konuda en iyi örneklerden biri Necdet Budak’tır. Siyaseti çok iyi yaptı. Yolda yürüken kaldırımdan kaldırıma bağırır, selam verirdi. Eşimle marketten çıktık. Bizi gördü koştu geldi yanımıza. Hanımın elini öptü, “Yengecim, ben Süleyman Abi’yi çok severim. O bana oy vermez ama yine de O’nu çok severim.” dedi. Benden oy alamayacağını biliyor ama beni zararsız hale getiriyor.
D.A. - Siyasette aktif durumdaysanız , hele de başkanlık falan yapıyorsanız etrafınız dolar taşar… Sonrası?
S.E. - Parti başkanıyım. Hükümetteyiz de… Belediyeyi de aldık mı… Parti binası hep dolu, ağzına kadar.… Dışarıda bekleyen insanlar var. O kadar yani. Bu böyle gitti. İktidardan düşünce bizim müşterilerin yarısı azaldı. Derken belediye başkanlığı da gidince, müşteri falan kalmadı!
“İŞİMLE FİKRİMİ HİÇBİR ZAMAN KARIŞTIRMADIM”
İlçe Başkanlığı dönemimde geliyorlardı,
“Başkanım şu adamı görevden alalım.”
“Neden?”
“Çünkü başka partiden, buralı değil…”
“Ama ben tanıyorum onu. İşine gayet güzel gidip geliyor. Çalıp çırpmıyor. Vatan haini değil. Bizim düşüncelerimizle uyuşmuyor diye onu yerinden etmek, işinden almak doğru değil.”
Ben hep ülkücüydüm. Gidebildiğim yere kadar da ülkücü kalacağım. Ama işe geldi mi, fikrimle işimi ayrı tutarım. İnsan, işiyle fikrini karıştırmıyorsa, o insanı rahat bırakacaksın.
“ÜLKÜCÜ BİRİ ZAFER’E NASIL MÜDÜR OLUR?”
Zafer Okulu’na tayinim çıktı. Bir sürü imza toplandı, “Ülkücü biri nasıl Zafer’e müdür olur?!”diye. Göreve başladım. Okulda öğretmen - veli - okul idaresi bütünlüğünü sağladım. Bu sacayağını kurduğun zaman, sistem tıkır tıkır işler. Biz bunu becerdik. Aradan zaman geçiyor ve benim için “gelmesin” diye imza toplayanlardan biri yıllar sonra gelip yanlış yaptıklarını söyledi. Yüzümüzün akıyla çıktık Zafer’den… Tekrar söylüyorum, bu başarı sadece bana ait değil, bütün kadroma aitti. Canla başla çalışan bir kadrom vardı. Ama asla işimle fikrimi karıştırmadım.
O dönemlerde okulda tiyatro kolu vardı… Keşan’da askerlik yapan İstanbul’da da bir tiyatroda görevli biri haftada bir gelip Şükran Hoca’mla (Şükran Öngel) birlikte öğrencileri çalıştırıyordu. Biz İstanbul Bahçeşehir Koleji’ne gösteri yapmaya gittik. Taşra okuluyuz diye bizi pek kaale almadılar ama çok başarılı bir oyun çıkardık. Ayakta alkışladılar bizi… O zaman Aziz Nesin’in bir oyununu oynamışlardı. Okul Aile Birliği Başkanı bir bayan bana gelip “Hocam, Aziz Nesin <Türklerin %60’ı aptaldır> diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Oyununu da sahneye koymuşsunuz…” diye sordu. Ben Aziz Nesin’i günahım kadar sevmem… Ama sanatına karşı elbette ki diyeceğimiz bir şey yoktur. Tiyatro eseri sanatıdır… Söyledikleri kişisel görüşüdür…Sanatına saygım sonsuz…
D.A. - İlk nasıl tanıştınız ülkücülük fikriyle?
S.E. - Aydın Ortaklar Öğretmen Okulu’nda ilk yılım… Okulun önünde Manisalı bir arkadaşımla geziniyoruz. Bir araba durdu. Manisalı arkadaşım arabadan inen kişiyle konuşmaya başladı. Gelen kişiyle beni de tanıştırdı. O kişi Ege Üniversitesi’nde sekretermiş. “Gelin sizi Söke’ye götüreyim.” dedi. Söke’de bizi Aydın Bankası’nın müdürüyle tanıştırdı. Müdür bize ülkücülük hakkında bir şeyler anlattı. Bir de kitap verdi. Ben bunları okudum ve çok hoşuma gitti. Demek ki kafama uyacak şeylermiş. Bize “Haftaya yine gelin” dedi. Ben her hafta gitmeye başladım. Ülkücülüğün temelini orada attık.
D. A. - Kaç yılıydı?
S.E. - 1967 yılıydı. Ben teşkilatın içine girdim. Türkeş’le de ilk defa Söke’de karşılaştım ve tanıştım. Okulda faaliyetlere başladık. 9 Şubat 1969’da Adana’da MHP Kongresi oldu. Cumhuriyetçi Köylü Partisi’nden Milliyetçi Hareket Partisi’ne geçiş kongresiydi. O kongreye de katıldım. Kongrede parti amblemi için iki grup oluştu. Bir grup hilal içinde bozkurt istedi, diğer grup da “üç hilal olsun” dedi. Kavga bile çıktı. Türkeş ortalığı yatıştırdı ve son noktayı koyarak “Gençlik Kollarının amblemi hilal içinde bozkurt, MHP’nin amblemi de üç hilal olacak” dedi. Gençlik Kolları uzun bir süre bu amblemi kullandı. Daha sonra Ülkü Ocakları oluşmaya başlayınca Gençlik Kolları kapandı. Ülkü Ocakları da üç hilali kullanmaya başladı. O yıldan beri de ülkücülük hareketi içindeyim. Benim biyolojik babam İbrahim Eren, fikir babam da Alparslan Türkeş’tir. Alparslan Türkeş olmasaydı ne olurduk bilemiyorum. Kendi dönemim için diyorum bunu… Türkeş yol gösterdi bize. Başlı başına otoriteydi.
D.A - Siz neden ülkücü oldunuz? Sizi oraya çeken noktalar nelerdi?
S.E. - Orayı pas geçmiştim. Ama anlatayım. Benim babam Demokrat Parti’liydi. Evde bir sağcılık fikri vardı. Temeli ordan aldık. Ülkücülüğü bilmiyorum ama Kepirtepe’de okurken Tercüman ve Yeni İstanbul gazetesi okuyordum. Öğrenciler arasında daha sağ-sol fikirleri yok. Bizim bir hoca vardı.. anlatıyor: “Çocuklar dünyada sınırların olmaması lazım.. sınırların kalkması lazım.. babadan çocuğa mal kalmaması lazım..” falan diye. Bize meğerse yavaş yavaş solun temellerini atıyormuş… Türkiye’de o yıllarda Komünizmle Mücadele Dernekleri var… Yeni İstanbul Gazetesi’nde gördüm ilanlarını. Mektup yazdım bana kitap göndermeleri için. Bir koli kitap geldi. Okumaya başladım. Bir ara Said-i Nursi’nin kitaplarını okuyorum ama dili biraz ağır, Arapça, Farsça kelimeler, bana çok cazip gelmedi. 60’lı yıllarda İstiklal diye bir dergi var. Mehmet Şevki Eygi de orada yazı yazıyor. Aslında ben bir arayış içindeyim… Bugün Gazete’si çıkmaya başladı. Şimdiki Bugün Gazetesiyle karıştırmayalım… Şule Yüksel Şenler, Mehmet Şevki Eygi, Bekir Bek diye birisi falan orada yazı yazıyor. Aşağı yukarı Nurcuların hakim olduğu bir gazete fakat Mehmet Şevki Eygi Nurcu değil… Ben öğrenciyim, gazeteye de aboneyim. Gazete 25 kuruş, ayda 7.5 lira gazeteye okumak için para veriyorum. Gazeteyi okurken ülkücülüğe geçiş yaptım. 69’da da seçimler var. Türkeş’in aleyhine bir beyanname hazırlamışlar. Köy köy mahalle mahalle gezip bütün yurda dağıtıyorlar. Beyannameyi okuyunca bir daha Bugün Gazetesi’ni elime almadım. 12 Mart Muhtırası’nda Bekir Bek, Arabistan’a kaçtı, bir daha da dönmedi. Orada öldü. Arayış içindeymişim ama sonunda en iyi yolu buldum…
Solda TÖBDER, öğretmen camiası içinde çok iyi çalıştı. Bana bir gün birisi dedi ki, “Ya sen imalat hatasısın. Öğretmen okullarında ülkücü yetişmez.”
70’li yıllardayız… Bir gün karakoldayız… Komiser diyor ki, “Hocam bu kavgalara devam edersen, bu ülkücülüğe devam edersen selam vermeğe adam bulamazsın”. Ben de “Hiç sorun değil… Önce sağa dönerim selamünaleyküm derim, sonra soluma döner ve aleykümselam derim” dedim. 12 Mart Muhtırası’nın yayınlandığı zaman Edremit’teydim. Yakaladılar… Bıyıklarımı kestiler. Saçlarımı da keseceklerdi… “Hiç olmazsa saçımı kesmeyin, bıyıklarımı kesin” dedim… Bıyıkla kurtardık işi…
D. A. - Siyesette hâlâ aktif misiniz?
S.E. - İl Yönetimindeyim… İstemedim aslında ama yazdılar işte… Ama ölünceye kadar ülkücüyüm…Davamızın neferiyim… Fakat insanları seviyoruz… CHP’li olmuş, DYP’li olmuş farketmez…
D.A. - Yeni yetişen genç insanımıza tavsiyeleriniz nelerdir?
S.E. - Atatürk’ün gösterdiği yoldan, çizdiği hedeften şaşmadan, Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı için mücadele etmesi lazım. İster sağ görüşlü olsun, ister sol görüşlü… Atatürk, bu devleti gençliğe emanet bıraktı. Gençlik de buna sahip çıkacak. Gençliğin bir ideali olsun. İyi bir arabaya sahip olmak, iyi giyinmek… Bunlar ikinci, üçüncü sırada olan şeyler. Bana göre en kötü şey, insanın bir hedefinin, idealinin olmaması… Ben kendime göre iyi bir Atatürkçüyüm…
D.A. - Dünyaya bir kere daha gelseydiniz yine öğretmen mi olmak isterdiniz?
S.E. - Bu konuda çok samimiyim, bir kez daha geriye dönüş yapmak gerekseydi, tekrar öğretmen olmak isterdim. Maddi anlamda çok tatmin ettiği söylenemez ama manevi olarak verdiği haz çok başka. Hatta çocuklarımın da öğretmen olmasını çok istedim. Her meslek çok güzeldir ama öğretmenlik bambaşka… Bu bir gönül işidir.