Ülkemizde son birkaç yıl içerisinde madenlerde yaşanan büyük felaketler toplumsal belleğimizde ağır travmalara yol açtı. Hepimizin gözlerinin çok çok uzağında yerin bin bir kat dibinde neredeyse hiçbir güvenlik tedbiri olmadan, dünü ve geleceği tamamen belirsiz yalnızca bugün için, karın tokluğuna “çalışan” demeyeceğim “savaşan” insanların kendi kazdıkları mezarlar (maden) içinde ölüp gitmeleri şüphesiz hepimizi çok derinden vurdu. Madenci yakınlarının anlattığı hikâyeler “Acının sonu yok” dedirtti hepimize. Gazete sayfalarından hikâyeye dönüşmüş gerçekleri okurken aklıma birden Emile Zola’nın “Germinal” adlı romanı geldi. Elimde tuttuğum gazete değil de sanki “Germinal”di. Sanki gazetenin sayfalarını değil de “Germinal”in sayfalarını çeviriyordum. Yazılanlar ile bugün yaşananlar arasında kayboluyorum.150 yıllık zaman farkı yokmuş gibi. Sanki Zola, 1884 yılında Anzin Maden Ocakları’nda değil de Soma’da Ermenek’teki gözlemlerini yazmış gibi… 150 yıl öncesinin Fransa’sında tüm maden işçilerinin kaderi maden ocağına bir mahkûm olarak inmek ve ölüsü çıkana kadar çalışmaktı. Günümüz Türkiye’sinde de madencilerimiz mahkûm… 19.yy Fransa’sında olduğu gibi mahkûmlar, ölüme prangalılar. Çünkü iş az işçi çok, iş değerli işçi değersiz. Ölenin yerine istihdam edilecek ölmeye aday işsiz binlerce maden işçisi var. Mühim olan kâr, daha çok kâr, daha çok para!