..”Suskun Güvercin”,1977-1980 tarihleri arasında Edirne Belediye Başkanlığı görevinde bulunmuş olan sayın Güngör mazlum’un ilk romanının adı..
…Birkaç yıl önce yine bu sayfalarda tanıtmaya çalıştığım Güngör Mazlum’a ait “Kırık Kanatlar” romanı gibi belgesel nitelikli bir roman “Suskun Güvercin”
..Bu romanda ;,on dokuzuncu yüz yılın son çeyreği ile yirminci asrın ilk çeyreğinde, özellikle Abdülhamit zamanında ; Edirne , Selanik ve İstanbul üçgeni arasında yaşanan siyasi gelişmelerin; ittihat ve terakki cemiyetinin faaliyetlerinin, meşrutiyetin ilânının, Abdülhamit’in tahttan indirilerek sürgün edilmesinin, 31 mart isyanının,Trablusgap ve Balkan Savaşları’nın doğurduğu sonuçların, Edirne’nin kuşatılmasının, Girit Adası ile Selanik’in kaybedilmesinin ,kısaca 0smanlı’nın Balkanlar’dan kovuluşunun ızdırap veren öyküsünü okuyor, yaşanan olayların içinde siz de varmışçasına etkileniyor ve yazarın okuyucuya bu duyguyu vermesindeki başarısını takdir ediyorsunuz..Ayrıca İttihat ve Terakki cemiyetinin ve partisinin aktif elemanlarından biri olan Nazif’in Neriman’la olan aşkına tanık oluyor ,bu aşkın mutlu sonla bitmesini arzuluyorsunuz
..Romanı okurken , sultan II.Abdülhamit zamanındaki Edirne’nin mahalle ve sokaklarında nostaljik bir gezintiye çıkıyor, o günlerin Edirne’sinde Rum cemaatinin 12, Ermeni cemaatinin 5, Musevi cemaatinin 12, Bulgar cemaatinin 11, Fransızların 1, Karaağaç Mahallesinde de Avusturyalılarla İtalyanların birer azınlık okulu olduğunu , yani azınlıkların eğitime ne kadar çok önem verildiğini ve o günlerin Karaağaç Semti’nde ecnebilere ait çok sayıda lüks otel,motel, eğlence yeri ve villanın bulunduğunu bu romanda öğreniyorsunuz.
…Bu romanın kahramanlarından Kurşunlu Fırın Mahallesi Gebe Yahyacı Sokak sakinlerinden sorgu hakimi Ceplecili Ahmet Efendi’nin oğlu olan TALAT Bey’in, Edirne Askeri Rüştiyesi’nden mezun olduktan sonra, babasının erken ölümü nedeniyle, iki kız kardeşi ile annesinin geçimini sağlamak amacıyla Edirne Postanesi telgraf idaresinde katip olarak işe başladığını, ek iş olarak , Edirne’de-
ki ALYANS İSRAELİTE MUSEVİ OKULU’NDA ücretli Türkçe öğretmenliği yaptığını da öğreniyoruz.
…Ve Talat Bey’in, 93 Harbi sırasında, Padişah Abdülhamit’in, MECLİSİ MEBUSAN’ı dağıtmasını hazmedemediği için, inandığı “Hürriyet “ idealini gerçekleştirmek amacıyla, Arnavut Hoca lakaplı Hafız İbrahim Efendi’den, Dr.Mehmet Bey’den, Dr.İsmail Bey’den, Behçet Bey’-
den, Kaltakkıran Faik Bey’den öğrendiği fikirlerle Edirne’de nasıl örgütlendiklerini, Bedesten içinde yaptıkları bir toplantısı sırasında nasıl yakalanıp hapse atıldıklarını; Mehmet Şeref’in Fizan’a, Faik Kaltakkıran’ın Konya’ya, Hafız İbrahim’in Kosava’ya, Talat’ın da Selanik’ e nasıl sürgün edildiklerini; sürgün edildikleri yerlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin şubelerini nasıl kurduklarını öğreniyor
ve bu olaylarda Mustafa Kemal’in ve Enver Paşa’nın rolleri hakkında bilgi sahibi oluyoruz.
…Abdülhamit’in “Kanuni Esasiye” yi kaldırarak meclisi feshetmesinden yaklaşık 33 yıl sonra; 1908 yılında “Kanuni Esasiye”yi yeniden kabul etmek zorunda kalışındaki mantığı ve bu mantık doğrultusunda verilen karara rağmen İttihat ve Terakki önderlerinin EDİRNE’de,SEREZ’de, DEBRE’de, DRAMA’da ,kısaca bütün Makedonya’da HÜRRİYET ilan etmeye başladıklarını ve “Hürriyet” ilanından on gün kadar sonra, Edirne’de: “Padişahımızı isteriz! Babamızı isteriz!” nidalarıyla ayaklanan isyancı askerlerden yedi kişinin idam edildiğini, daha sonra ilan edilmiş olan“meşrutiyete” karşı KÖR ALİ İSYANI ile İstanbul’da 31 MART VAKASI olarak adlandırılan DERVİŞ VAHDET İsyanları’nın gerçekleştiğini, Abdülhamit’in tahtan indirildiğini, yerine getirilen padişah MEHMET REŞAT’’ın Selanik’e yaptığı geziyi, bizleri bir zaman makinesi gibi geçmişe götüren bu romanda , siyah-beyaz bir sinema filmi izler gibi izliyoruz..
..Kısaca , sayın Güngör Mazlum’un ürettiği “Suskun Güvercin” adındaki zaman makinesiyle , 1896 yılında Girit Adası’ndaki Rumların bağımsızlık isteği ile 0smanlı Devleti’ne isyan etmesini bahane eden Yunanistan’ın, Girit Adası’nı kendisine bağlamak istemesi üzerine , 1897 yılında Yunanistan ile yapılan ve 0smanlı Devleti’nin galibiyeti ile sonuçlanan DÖMEKE adındaki “0smanlı-Yunan Savaşı”’ndan üç yıl sonrasına gidiyor, 1900’ lü yılların son çeyreği ile yirminci asrın ilk çeyreğine rastlayan bu Edirne gezisinde;Tunca, Arda ve Meriç Boyları’nda, Edirne’nin çeşitli semt sokaklarında, mahalle aralarında, eskiden yaşamış değerli zatlarla tanışıyorsunuz!... (Not: Rusya ve İngiltere’nin araya girmesiyle yapılan barış görüşmeleri sonrasında , aydınlarımızın Hürriyet davasıyla uğraştıkları sırada önce Girit Adası’nı 1912 yılında da Selanik’i vs.. kaybediyoruz.)...Örneğin; romanda adı geçen bazı olaylarla ilişkisi bulunan Edirne Tarihi yazar ve mimarlarından ve Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastane girişinin karşı duvarında biyografisi bulunan Dr.Osman Rıfat Tosyavizade Bey’in taştan kabrinin, Edirne girişinde sağ tarafta Edirne eski lise binasının önündeki mezarlıkta bulunduğunu anımsıyor ; Balkan Harbi sırasında Bulgarlara karşı Edirne’yi savunan Şükrü Paşa’yı, az daha ilerdeki geniş bahçeli ilkokulun bahçesinde , belindeki kılıcı ile birlikte çocuklarla sohbet ederken , Edirne Kadısı KADI BEDRETTİN’i ,Kadı Bedrettin Cami önünde abdest alırken , Çelebi Mehmet’in kızı Ayşe Sultanı, Ayşe Kadın Camii’nde namaz kılarken, Defterdar Mustafa Paşa’yı, Kız Öğretmen Okulu karşısındaki camiin bahçesinde yüksek ağaçların gölgesinde otururken; Edirne Sarayı’nda doğan II.Murat’ın oğlu Fatih Sultan Mehmet’in değerli eşleri Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı SİTİ ŞAH SULTAN’’ı , Kız Öğretmen Okulu’nun arkasındaki Sitti Hatun Camii’nin bahçesinden ,Fatih Sultan Mehmet’in saray doktoru LARİ’nin adını taşıyan LARİ (laleli) CAMİ’ine doğru bakarken hayal ediyorsunuz
…1900 yılında , Napolyon’u yenerek Mısır’dan kovan Cezzar Ahmet Paşa’nın torunu olan Belediye Başkanı sayın DİLAVER BEY’’i,Edirne Belediye Binası ile Selimiye Cami arasından yukarı doğru çıkan geniş bayır yola döşenen parke taşların dizilişini izlerken; eski devlet hastanesi arkasındaki beş yüz yıllık cami ile anılan SARUCA PAŞA’yı, camiden çıkmış Selimiye Camii’nin arka tarafından geçerek evine giderken,MERZİFONLU Kara Mustafa Paşa’yı , bu caminin haziresinde suçsuz yere yatarken ,
yine eski devlet hastanesi arkasındaki sokakta adı bulunan ve 1880 yılında Abdülhamit tarafından Edirne’ye sürülen ve Edirne’deki dört yılık valilik görevi sırasında Karaağaç Yolu’nu genişleten, Sarayiçi’ni ağaçlandıran, Edirne Erkek Öğretmen 0kulunu hizmete açan önemli bir devlet adamı olan KADRİ PAŞA’yı ,az ilerdeki, yaklaşık beş yüz yıllık Selçuk Hatun Cami’ne girerken, KAZIM DİRİK
Paşa’yı, Uzunköprü-Edirne yolu üzerindeki köprüden geçerken ; Kanuni’nin sadrazamı RÜSTEM PAŞA’yı, Eski Cami yanından Çilingirler Çarşısı’na uzanan yolun sol tarafındaki bol kubbeli kervansaray önünde beklerken ; Şehzade Mehmet Çelebi’yi, Eski Cami’nin duvar yazılarını nak-
kaşlara yazdırırken; Mimar Sinan’ı Selimiye’yi yaptırırken, Gazimihal’i ve Makbul İbrahim Paşa’yı Tunca ve Meriç’te kayık gezintisi yaparlarken düşünüyorsunuz...
“Bu devlet isterse Gemilerinin halatlarını ibrişimden, yelkenlerini de atlastan yapar” diye kükreyen Sokullu Mehmet Paşa’yı, yaptırdığı hamamı temiz tutmaları için tel-
laklara emir verirken; Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazıt’ı, Beyazıt Külliyesini yaptırırken ;1648 yılında MEHDİ olduğunu ilan eden bir SABATAY’ı yakalatıp , sultan Avcı Mehmet (IV.Mehmet’) huzurunda diz çöktürten Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’yı, Edirne Sarayı’nda , yakaladığı sabatayı yargılatırken , II.Mahmut’u ve I.Mahmut’un sadık devlet adamlarından kirazı camiinin bânisi Şahabettin Paşa’yı , Saraçhane Köprüsü’nde yürürken; Ekmekçizade Ahmet Paşayı Tunca Köprüsü üzerinde güneşi seyrederken ; Mustafa Kemal Atatürk’ü, modern Edirne’yi inşa etmeye çalıştığı yıllarda Edirne’yi dört kez ziyaret ederken ve daha nice Türk büyüğünü Edirne’nin dört bir tarafındaki yıkık-dökük duvarlardan, eskimiş çeşme kurnalarından, kurnasız çeşmelerden, duvarları delik-deşik
olmuş suyu akmayan hamamlardan …bizlere “Merhaba! Hoşgeldiniz!” derken görür gibi oluyorsunuz..
..Bu duyguları vermekle kalmıyor roman ...Edirne Stadı karşısındaki ara sokakta, Sultan II.Murat’ın yaptırdığı DARÜL HADİS CAMİ’nin bahçesinde, Edirne’nin beşinci valisi Karamanoğlu Mehmet Bey’in ve Üçüncü Ahmet’in çocukları Zeynep-Rükiye, Selim ve Mehmet’in, II.Mustafa’nın kızları Ümmügülsüm ve Hatice Sultan’ın, II.Murat’ın oğlu Hüseyin ile 0rhan Çelebi ve Hafize Sultan’ın mezaları ile karşılaşıyor, I.Murat zamanında SIPSINDIĞI SAVAŞI’nın gerçekleştiği YENİ İMARET tarafındaki ovadan gelen LALA ŞAHİN PAŞA ve HACI İLBEY’e ait Allah!
Allah! haykırışları ile kılıç-kalkan seslerini duyuyorsunuz!
...Sonuç olarak , Osmanlı Devleti’ne yaklaşık bir asır payitahtlık yapmış, geceleri ; göz kırpan yıldızlarla süslenmiş masmavi gök kubbe altınd, dört bir yanına saçılmış kabristanlıklarında ve cami hazirelerinde mahçup bir genç kız gibi sessiz sessiz ziyaretçilerini bekleyen ve her biri birer tarihi belge niteliğindeki mermer mezar taşları ile ve hala birer zaman makinesi gibi ayakta duran dört yüz yıllık, beş yüz yıllık camileri ve köprüleri ile açık müze kent; tarih kenti, kültür kenti Edirne’yi ,gereği gibi bilmediğimizi, gezmediğimizi , tanımadığımızı, Edirne’nin sadece Selimiye Camiinden ibaret olmadığını hissediyor, İNCİLİ ÇAVUŞ’un mezarı gibi korunamayıp, yok olan maddi kültür değerlerimiz için üzülüyorsunuz..
..Hele hele ,Talat Bey’in okul ve mücadele arkadaşlarından Edirneli NAZİF’in NERİMAN ile yaşadığı büyük aşkın öyküsünü okudukça , Neriman’ın , 1924 yılında gerçekleşen mübadele sırasında yaşadıklarına üzülüyor; romanın sonunda; “Neriman’a bu yapılır mı? Olmadı Nazif, olmadı!” diye
..............................................................haykırıyorsunuz!
Eğer benim gibi , 1924 mübadelesini çocukken yaşayan bir anne-babanın evlâdı iseniz, romanda anlatılan yaşanmışlıkları kendiniz yaşıyormuşçasına etkileniyorsunuz..
..Meriç Nehri kenarındaki asırlık söğütlerin altında oturarak, Meriç Köprüsü’nün on iki kemeri altından, gri renkli saçına on iki belik örerek ,bindallı giymiş edalı bir Edirne güzeli gibi salına salına akan kurşun bakışlı Meriç Suyu’na bakarak, kuş sesleri arasında, köpüklü Edirne ayranını yudumlamış, Edirne’nin havasını solumuş , suyunu içmiş, köftesini,tava ciğerini,bademezmesini,devaimiskini yemiş, aynalı süpürgesini evinin vitrinine, meyve sabunlarını evindeki sehpanın üzerine koymuş, Selimiye Camii’nin resmini oturma odasının duvarına asmış insanlar olarak, bu romanı okumak için daha ne bekliyorsunuz?
……………………….*…………