“Bir gün hayat denilen bilinmeyeni merak ederseniz, unutmayın ki hayat; Hayatınız boyunca ‘hayatım’ diyebileceğiniz birini bulunca başlar.”

Ben bu sözü ilk kez okuduğumda tutulup kalmıştım. Önce öylesine okudum ve düşündüm. Sonra bir daha okudum ve yine düşündüm. Daha sonra birkaç kez daha okuduysam da, tam olarak anladım dersem yalan olur.

Şimdi eminim ki bazı dostlar bu sözümü okuyunca bıyık altından gülecekler ve yüzlerinde müstehzi bir ifade olacak. İçlerinden “Buncacık bir sözün anlamını kavrayamayan bir kişi neden yazarlığa soyunur ki…” diye geçirecekler. Hadi bakalım yeni bir açmaz size. Bunların ardından, tekrar tekrar okuyup tırnak içindeki yazıyı, tekrar tekrar düşünecekler. Sağlıklı bir sonuca varıp varamayacaklarını bilmiyorum dostlarımın ama bana kızacaklarına ve söyleneceklerine eminim.

Bir bardak suda fırtına kopardığımın farkındayım. İyisi mi, geçelim bu konuyu. Her dostumuz nasılsa günün birinde “hayatım” diyebileceği biriyle karşılaşacak ve “hayat” denilen şeyin ne mene bir şey olduğunu düşünmeye başlayacaklar.

Hazır hayat demişken, içinde “hayat” sözcüğü geçen bir başka özlü söz paylaşayım. Bir Fransız atasözünde;  “Hayatın ilk yarısı, ikinci yarısının beklentisiyle geçer. İkinci yarısıysa, ilk yarısının pişmanlığıyla” diye söylenmiş.

Buna göre hayatımızın ilk yarısı beklemek, ikinci yarısı hayıflanmaktan ibaret oluyor.

Bu atasözünde haklı yönler var tabii. İnsan dünyaya gözlerini açtığında pek bir şey bilmeyen, hayatını idame ettirebilme yeteneklerinden uzak, büyüklerinin yardımına muhtaç bir varlık oluyor. Giderek büyüyor ve çevresini algılıyor, tanıyor, çevresiyle ilişki kuruyor. Düşünme yetisi, gücü kuvveti arttıkça hayata bakışı da değişiyor doğal olarak. Gelecekle ilgili pek çok beklentileri oluyor bu arada.

Başarılı bir tahsil hayatı, iyi bir gelecek, toplumda iyi bir yer edinme bu beklentilerinden sadece bir kaçı. Zamanla bu beklentilere gerçekten seveceği bir sevgili, kalbini açıp aşık olabileceği bir aşkito (?) ve nihayet hayatını paylaşabileceği bir eş beklentisi de ekleniyor. Buyurun efendim, size sunmaya çalıştığım bu tablo hayatın ilk yarısı.

Sonra?

Sonrası bir dolu “keşke” , bolca “tüh be!”  ve asık bir yüzle söylenen “Şimdiki aklım olsa…” cümlesi. Her ne kadar o kadar karamsarlık pompalamak istemesem de buna ,           “Seninle karşılaştığım o ana lanet olsun…” benzeri sözleri yazmadan edemeyeceğim. İşte bu da en yalın haliyle, hayatımızın ikinci yarısı.

Şimdi ben o Fransız atasözünü açıklamaya girişince, o atasözündeki kara tabloya inanıyorum ve katılıyorum sanmayın sakın. Ben, hayatın hiçbir döneminin pişmanlıklara kurban edilmemesinden yanayım. Yaşanan onca hayatın birkaç “keşke”ye, lüzumsuz “tüh be!”lere, edilen “lanet”lere ve derin pişmanlıklara kurban edilmesi sizce de büyük haksızlık olmaz mı? Hayat her şeye, yaşanan her türlü olumsuzluklara ve asık yüzüne rağmen yine de yaşanmaya değer. Hem de dolu dolu… Hem de tat ve keyif alarak… Gülerek, neşe duyarak, neşe saçarak, kendimizi, doğayı, karşımızdaki insanları severek, sevilerek yaşanmaya değer.   

Sayfam doluyor dostlar. Bu gün de bir şeyler paylaşmak istedim sizlerle. Kimi zaman abartmış, uçmuş veya saçmalamış olabilirim. Daha ilk günlerde, edebileceğim sürç-ü lisan için sizlerden peşinen af dilemiştim hatırlarsınız.

Mutluluklar konuk gelsin evlerinize. Konuğunuz hiç gitmesin evlerinizden, hep sizde kalsın. Yediğiniz sağlık, içtiğiniz mutluluk, soluduğunuz hava sevinciniz olsun. Hoşça kalın.