1984 yılının sıcak bir Haziran akşamıydı.  Keşan’a giriş yaptığında 7 yaşındaydı.

Ama Türkiye’ye giriş yaptığını sanıyordu. Onun için Edirne’de mola verdiklerinde ya da Uzunköprü’de babasının köyüne uğradıklarında “Yaa baba, Türkiye’ye gidelim.” diye ağlıyordu.Hastane Caddesi’nde ağır ağır ilerleyen Almanya plakalı beyaz Opel, Orduevini, Şehitlik Parkını, Keşan Lisesi’ni, Kız Meslek Lisesi ve sağlı sollu dizilmiş 2 katlı ev sırasını bitirip beyaz bir apartmanın önünde durdu.

Apartmanın az ötesindeki evin önünde bekleyen silahlı askerleri görünce korktu. Babasına söyledi. Babası tebessümle okşadı saçlarını: “Orası paşanın konağı oğlum.”

Apartmana girince kırmızı, demir kapının önünde durdu. Babası “Bas oğlum düğmeye, çağır kafesi.” dedi. Babası asansöre “kafes” derdi. Çünkü maden işçisiydi.

İlk kez asansörlü bir evde yaşayacaktı ve bu onu çok heyecanlandırıyordu. En üst katta durdu kafes. Eve girdi. Karşısına gelen ilk balkona attı kendini. Mutfağın balkonundan 3 minare görünüyordu. 3 cami, 3 minare. Hemen sağında da sırasıyla Yumurta Tepe ve Sivri Tepe.

Artık Ramazan akşamları iftar vakti için bu 3 minare gözlenecek ve her akşam bu iki tepede, karşı tarafında batan güneşin ışık oyunları izlenerek Alman kahveleri içilecekti.

Babası aniden annesine seslendi: “Yarın çocukların okul kaydını halledelim. Ahmet’i stadın oraya yazdıracağız. Ufaklığı da Zafer’e.”

Yeni bir kente gelmiş olmanın coşku ve heyecanı nedense hafifçe bir tedirginliğe bırakıyordu kendini. Buna bir anlam veremedi.

O anda abisinin gözlerini fark etti. O gözler korku ve paniğe çoktan teslim olmuştu. Abi kükredi: “Ben burada okula gitmem.”

Çocuk anladı. İyi mi olacak kötü mü, bilinmez ama hayatı çok büyük bir değişim öncesindeydi. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

1984 yılının sıcak bir Haziran akşamıydı.  Etkisini hala şiddetle hissettiren kanlı askeri bir darbe, bir ülkenin kaderini şekillendirirken, 7 yaşında bir çocuk Keşan’ın sokaklarında hayatın çok farklı yüzleriyle karşılaşmak için yola çıkıyordu.