Öncelikle tanımlarda uzlaşmamız gerekiyor. Kriz akut bir vakadır. Aniden başlayan hızla büyüyen bozulma anlamına gelir. Sağlık ile benzeşme yaparsak kalp krizi, sinir krizi, tansiyon fırlaması, ani şeker yükselmesi akut yani kriz durumlarıdır. Ancak hiçbir kriz durduk yerde oluşmaz. Tüm yukarıdaki krizleri tetikleyen sağlıksız bir ortam vardır. Yanlış ya da yetersiz beslenme, hareketsizlik, sağlıksız ortam, stres ve genetik faktörler öncelikle sağlığın bozulmasını sonrasında da krizlerin oluşumunu sağlar. Ekonomide oluşan krizler de biriken sorunların tepe noktasına ulaşması ya da ani gelişen olumsuzlukların yansıması ile oluşurlar. Yakın geçmişe baktığımızda Türkiye Ekonomisi de 2001, 2008, 2012, 2016’da krizleri yaşamış ve zaman içerisinde bu krizler bertaraf edilmiştir. 2018’de yeni bir kriz ile karşı karşıyayız. Şimdi ona müdahale dönemini yaşamaktayız. Krizlerdeki ilk müdahaleler yaşamsal fonksiyonların sürdürülmesine yöneliktir. Sonrasında ise sağlığı koruma ve krizlere yol açan sorunları çözmek üzerine olmalıdır. Asıl sorun budur. Türkiye Ekonomisi sağlıksız beslenen, spor yapmayan, çalışmayan, abur cubura düşkün, sadece tüketen obez bir yurttaş konumundadır. Çalışmamakta sadece tüketmektedir. Kas yerine göbek büyütmekte ve bu göbekle de övünmektedir. Üretmediği için ihtiyaçlarını borçlanarak sürdürmeye çalışmakta, çevresindeki arkadaşlarından borç dilenmekte, borç iyice arttığı için artık borç bulmakta da zorlanmakta ancak yaşam kalitesini artıracak önlemleri alma konusunda da ayak sürümektedir. Bu yüzden kalp, şeker ve yüksek tansiyon hastası konumundadır. Cari açık ve bu açığın dış borç ile karşılanması, tüketim ekonomisinin pompalanması ve hızlı geri dönüşümü olmayan plansız inşaat ve altyapı projeleri ile sağlanan büyüme Türkiye’yi hastalıklı obez bir ülke konumuna düşürmüştür. Bırakın üretim tesislerine yatırım yapmayı, mevcutlar haraç mezat satılmıştır. 16 yılda 2,1 trilyon dolar kaynak kullanılmasına karşın dış borç 580 milyar dolara çıkarılmıştır. 2003’te 18,3% olan enflasyon 2018 Eylül ayı itibarı ile %24,5 olmuş, 2003 yılında 1,4 TL olan dolar 2018 başında 3,7 TL, bugün ise 5,5 TL olmuştur. 2003 yılında (2017 rakamları ile) 5700 dolar olan milli gelir doğal büyüme ile 14000 dolar seviyesine çıkması gerekirken 10000 dolar seviyesinde kalmıştır ve son kriz ile birlikte 2018’de 8500 dolara gerilemesi beklenmektedir. Ülkenin 2013’te BBB olan kredi notu (orta derece yatırım yapılabilir), B+’ ya düşmüştür. (Yatırım yapılamaz, aşırı spekülatif). Yine önemli bir parametre olan CDS puanı (Credit Default Swap, Kredi İflas Risk Takası) 2018 başında 155’ten bugün 375’e yükselmiştir. AB ülkelerinin çoğu 40 puanın altındadır. Bu da Türkiye ekonomisinin riskli kategoride yer aldığını göstermektedir. Yıllardır gelişmekte olan ülkeler arasında ekonomisi en kırılgan beş ülke arasındayız. Dünya sefalet endeksinde 2018 yılında ilk beşte olacağız. Dünya refah ve gelişmişlik endeksinde 88. Sıradayız. Eğitimde OECD sonuncusuyuz. Sanayi üretimimizin sadece %3’ü yüksek teknolojik üründür. Dünya teknoloji liginde de küme düşmüş durumdayız. Bir yıl içerisinde mevcut borç faiz ve anaparaları ile cari açığı karşılamak üzere 220 milyar dolar yeni borç bulmak zorundayız. Kredi riskimiz yüksek olduğu için de yüksek faiz ile borçlanabileceğiz. Bu kadar kaynak kullanmamıza karşın geldiğimiz nokta 2002 yılının gerisindedir.

Sağlıklı ekonomi sadece ekonomik faaliyetlerle sağlanamaz. Katma değeri yüksek, yüksek teknolojik yatırımlara yönelmemiz gerekiyor. Bunun için de önce yetişmiş işgücüne ihtiyacımız var. Bu iktidar döneminde 8 kez değiştirilen, İmam Hatip Liselerine ayrıcalık tanıyıp meslek liselerini yok eden, hallaç pamuğu gibi atılmış bir Eğitim sistemi ile donanımlı kuşak yetiştiremez olduk. Üniversiteli işsiz üreten bir sistemimiz var. İyi işleyen bir hukuk sistemine ihtiyacımız var. O da önce Fetö’ye kurban edildi, şimdi de tamamen siyasallaşan, iktidar yanlısı bir yapıya dönüştü. Üretim ve yatırımların desteklenmesi gerekirken gazete ve kitap basacak kâğıt bulamaz hale geldik. Tarımda kendi kendine yeten bir ülke iken tüm tarım ürünlerini hatta samanı ithal eder konumdayız. Hayvancılık bitirildiği gibi halk ithal şarbonlu et yemeye mahkûm edilmiş durumdadır. Kamu ihale kanunu 180 defadan fazla değiştirilmiştir. Yani ortalama her ay bir kez değişmiştir. Yolsuzluk almış başını gidiyor. Ali Dibo’larla başlayan, Reza Zarrab’ın ayakkabı kutuları ile simgeleşen, Paradise ve Man Adası belgeleri ile doruğa çıkan ve gün boyu sıfırlanamayan paraların beslediği rüşvet çarkları ekonomik gelişmeyi kişisel gelişmeye döndürmüş durumdadır. Bu dönemde yapılan 800 milyar dolarlık kamu ihalesinin 200 milyar doları birilerine rüşvet olarak gittiği dünya basınında yer almaktadır. Yaratılmasında pay sahibi olduğumuz Suriye krizinin bugünkü faturası 35 milyar doları geçmiş durumdadır. Kara delik gibi her geçen gün de büyümektedir. Sözün kısası ekonomi kötü değil, çok kötü yönetilmektedir.

Tüm bu çöküşe rağmen mevcut iktidar halkı kandırmayı başarabilmekte, ufak başarılardan zafer havası yaratıp başarısızlıkları başka etkenlere yükleyebilmektedir. Bu sadece muhalefetin yetersizliği ile açıklanabilecek bir durum değildir. Tam bir ‘GERÇEK ÖTESİ’ (Post Truth) olayıdır ve mevcut iktidar bunu toplumsal bir illüzyona çevirebilmektedir. Gerçek Ötesi kavramı özetle halkın inançlarını ve milli duygularını kullanıp gerçeklerden koparılması halidir. Başka bir yazıda bu konuya değineceğiz.

Halkın gözü boyansa da ekonomik gerçekler değişmemektedir. Sağlıksız ekonomik yapı ekonomiyi kırılgan ve krizlere açık hale getirmektedir. Türkiye bu krizler ile ölmeyecek, hatta iyi yönetilse sağlıklı bir ekonomik yapıya kavuşabilecek, potansiyeli çok yüksek bir ülkedir. Bugün yaşadığımız ise maalesef bir ekonomik çöküş tablosudur. Üretim ekonomisine geçilmedikçe, savurganlık ve saltanat uygulamaları son bulmadıkça, eğitimde bilimsellik, teknolojik devrimler, adalet sisteminde tarafsızlık, idari sistemde liyakat ve performans öne çıkarılmadıkça ve yolsuzlukların önü alınmadıkça çöküşün faturası daha da artacaktır. En kötüsü ise gelecek kuşakları da kendimiz gibi refahtan mahrum edecek olmamızdır. Sanırım bizi minnetle yâd etmeyecekler.