"Tanrı her kuşun rızkını verir,

ancak yuvasına koymaz."

J. G. Holland

 

İlyas, o yıllara göre; biraz daha gelişmiş bir Trakya kasabasında dünyaya gelmiş, 5-6 yaşlarında bir çocuktu.

Baba tarafı Tatar olan İlyas'ın yüz hatları bir Tatar'dan ziyade bir Moğol Çocuğu'na benzerdi…

Hafif esmer, masum ve hüzünlü görünüme sahip bir yüzü vardı.

O uysal görünüşü onun gerçek kişiliğini yansıtırdı sanki… Onun; uysal, sessiz, söz dinleyen, itaat eden, herkesle barışık, çevresine sorun çıkarmayan, 'ideal bir çocuk' denilebilecek kadar etkileyici bir kişiliği vardı.

Üstünü-başını kirletmez, arkadaşları oyuna almasalar bile üzülmez, kıskanmaz, bir kenarda durup onları seyrederdi…

Söz dinlediği ve kimseye saygıda kusur etmediği için mahallenin diğer büyükleri tarafından sevilirdi. Annelerinin sözlerini dinlemeyen, oyunu bırakmak istemeyen çocukların da yerlerine bakkala gider, istediklerini getirirdi.

Koşa koşa gider, koşa koşa gelirdi…

Kimdi bu İlyas?...

O yıllarda 'ideal aile' kabul edilen, dede, nine, anne-baba, amcalar, gelinler ve çocuklardan oluşan 'geniş aile' tipinin en küçük fertlerinden biriydi.

Bu geniş ailenin öyküsü Kırım'dan başlar.

Ailenin en büyüğü ve reisi Rasim Dede, bir zamanlar Osmanlı eyaleti olan Kırım'da dünyaya gelmiş, 40'ından sonra eşi ve çocuklarıyla birlikte Türkiye'ye göç etmiş, bir ihtiyardı.

Cumhuriyetin ilk yıllarıdır o yıllar…. İlk yerleştikleri 'iskan' yerleri Orta Anadolu'nun büyük bir şehri olmuş. Bu şehirde tren istasyonu ile şehir merkezi arasında yük taşıyarak çoluk-çocuğunun nafakasını çıkarmaya çalışmış…

Yerleştikleri bu şehrin töre, gelenek ve kültürlerine alışamamışlar… Trakya'da kalan hemşerilerinin yanına gitmek hiç akıllarından çıkmamış…

Sonunda Trakya'ya göç etmeye karar vermişler…

Bir sonbahar mevsiminde beş yıl kaldıkları bu şehirden, at ve arabayı satarak ayrılmak zorunda kalmışlar… İlk iskan yerinde 10 yılı doldurmadıkları için devletin verdiği ev yine devlete kalmış, satamamışlar…

Yaşı 80'ine yaklaşmış olan Rasim Dede, sevimli, sohbeti dinlenir bir ihtiyardı. O, Kırım'da geçen günlerini hep anlatırdı. Oradaki geniş otlakları, derin vadilerde akan derelerden tuttuğu balıkları, Kırım'ın güçlü ve koşan atlarını, iri-tatlı üzüm yapan bağlarını; anlatır dururdu hep…

Bazen Rus Çocukları'yla yaptıkları çocukluk kavgalarını da anlatmadan edemez, güldürürdü dinleyenleri…

Yaşlandığı için artık çalışamıyor ama bu geniş aileyi kavgasız-gürültüsüz yönetmesini biliyordu…

İlyas'ın annesi Fikriye, Bulgaristan Göçmeni'dir. Ailesiyle birlikte Varna'nın bir köyünden küçük yaşlarda gelmiş… İlk geldiği yıllarda önce babasını, sonra da annesini kaybetmiş… İyi niyetli ve ocak bir aile onu evlat edinmiş, bağırlarına basmışlar; Rasim Dede'nin ilk oğlu Taşçı Süleyman'la görücü usulüyle, onlar evlendirmişler…

Hayatı, varlığı, yokluğu ve kimsesizliği küçük yaşlarda öğrenmiş, şımarıklık yapmamış, kendisini büyüten insanlara saygısızlık ve nankörlük etmemiş…

O, küçük yaşlarda, hayatı ve gerçekleri olduğu gibi kabullenmesini bilmiş, yaşadığı acıları sinesine çekmiş, cefakar bir kadındı.

Süleyman'la görücü usulüyle evlenmesine rağmen, giderek onu sevmiş, can yoldaşına saygıda kusur etmemiş… Yoksulluk ve zorluklarla savaşan hayat arkadaşının hep yanında olmuş, onu üzmemişti…

Taşçı Süleyman, sabahleyin erkenden kalkar, sabah çorbasını içtikten sonra Fikriye'nin hazırladığı öğlen yemeği kumanyasını alır, taş ocağına gitmek üzere yola koyulurdu. Kasabaya 3-4 km uzaklıkta olan taş ocağına yarım saat kadar yürüdükten sonra varırdı.

O civarda onun gibi ekmeğini taştan çıkaran 5-6 tane meslektaşı daha vardı. Birbirlerine 'komşu' diye seslenirler, çalışırken adeta yarış ederlerdi. Bazen de kumanyalarını birleştirip, ortak bir sofrada yiyeceklerini paylaşmanın zevk ve mutluluğunu yaşarlardı…

Taş çıkarmak zor iştir, güç-kuvvet ister, emek ister… Hele sert kayalarda damar açmak, büyük parçaları kırmak ve taşımak yorar, terletir o işte çalışanları…

O yıllarda dinamit, taş kırma makinesi v.b. aletler de yoktur.

Taşçılar çıkardıkları taşları düzgünce bir küp şeklinde dizerler; ev, duvar yapmak isteyenlere 'metre' ile ölçüp satarlardı….

 

Bir ağustos ayının akşam serinliği yeni yeni basmaya başlamıştı. İlyas ve arkadaşları sıcakta oynamışlar, yorgunluktan evlerinin gölgesinde oturmuş dinleniyorlardı. Sokağın başından hızla çıkan at arabasının hemen bahçe duvarının öbür tarafında durduğunu fark ettiler… İlyas ve arkadaşları arabaya doğru koştular…Arabanın yüksek kanatlarından fark edememişlerdi… Taşçı Süleyman arabanın içinde yüzükoyun yatıyor, eliyle karnını tutuyordu.

Annesi, dedesi ve Zehra Nine'si birlikte indirdiler Taşçı Süleyman'ı...

Süleyman, can acısıyla bağırıyor, inliyor, ağzından sular akıyordu. Onu yeni gölge yapmaya başlamış olan asma çardağının altına yatırdılar… Terini sildiler, ağrıyan yerine masaj yaptılar…

İlyas, olanlardan hiçbir şey anlamamış, babasının perişan halini sessizce izliyordu. Amcaları, halası ve komşular da yetiştiler.

Yapılanlar fayda vermemişti. Ağrıları gittikçe artan, Tanrı'ya yalvararak inleyen Süleyman'ı hastaneye götürmekti tek çare… O saatlerde evde bulunan İdris Çavuş'un faytonuna bindirip hızlı bir şekilde hareket ettiler… Rasim Dede ve Zehra Nine de faytona binmiş, en küçük amcası Ahmet de faytonun arkasından yayan gitmişti…

Şaşkına dönen İlyas, faytonun arkasından bakakalmıştı…

Hastane çok yakındı o mahalleye… Çok geçmeden Ahmet'in hızlı hızlı, telaşla eve geldiğini gördüler. Ahmet, bahçeye girer girmez ağlamaya başlamıştı. Konuşurken zorlanıyor, tıkanıyordu… Ama acı gerçeği herkes anlamıştı… Kırımlı, iki çocuk babası Taşçı Süleyman, yoksul Süleyman ölmüştü…

Taş çıkarırken kendini çok zorlamış, bağırsağı kopmuş dediler… Doktor daha müdahaleye başlamadan sedyede son nefesini vermiş…

Bağırışmalar, ağlamalar, feryatlar gece yarılarına kadar sürmüş, İlyas'ı arkadaşları ağlarken; ilk o gece görmüşlerdi…

Cenazesi fazla kalabalık olmadı Taşçı Süleyman'ın… Kardeşleri, birkaç yakın komşusu ve az sayıda akrabaları…

İlyas, küçük elleriyle babasının mezarına su dökmüş, bir kez daha ağlamıştı.

 

 

Süleyman'ın yokluğu bu büyük ailenin her ferdini etkilemiş, ortalığı bir hüzün sarmıştı… Ama hayat, kaldığı yerden devam ediyordu sessiz sessiz!...

Ailevi sorunları yumuşak ve özverili davranışları ile çözmesini bilen Süleyman aranıyordu. O, kardeşlerinin eşlerinin bile babasıydı… Onun sağlığında 'aga' demeden söze başlamamışlardı hiç…

Taşçı Süleyman'ın ocağının kapısı akşamları erken kapanıyordu, artık… Süleyman'ın yokluğuna alışamayan Fikriye'yi karamsarlık duyguları sarmaya başlamıştı.

Süleyman'dan kalan para ile bir müddet idare ettiler. Ardından da taş ocağını sattılar. Bazen de Süleyman'ın kardeşlerinin yardımları oldu…

Ama nereye kadar dayanabilirlerdi? Umutlar gittikçe tükeniyordu.

Bir müddet tarlalara çapa işlerine, ara sıra da evlere temizlik işlerine gitti geldi Fikriye

Aldığı para ekmeğe bile yetmemişti…

Bir akşam Rasim Dede ile Zehra Nine yanlarına çağırdı Fikriye'yi…

Rasim Dede çok açık ve net konuştu…

- Kızım, daha çok gençsin… Süleyman senin kocan olduğu kadar bizim de oğlumuzdu. Kaderin önüne geçilmez… Biz yaşlandık. Sana ve çocuklarına faydamız olmaz. Önünde uzun bir hayat var… Kısmetin çıkarsa evlen, İlyas bizde kalsa da olur, derken; Fikriye sıkılmış, başını önüne eğmişti…

Hiçbir cevap vermeden kendi evine geçti.

Kayınpederi ve kayınvalidesinin bu hoşgörüsü ve isteği komşular arasında çabuk duyuldu. Çöpçatanların koşturması ile kısmeti çabuk çıktı. Hiç evlenmemiş bir kamyon şoförü ile tanıştırıldı ve çok düşünmeden kararını vermek zorunda kaldı…

Eski, külüstür küçük bir kamyonla geldi adam, bir akşamüzeri…

 

Fikriye, birkaç parça eşyasını önceden hazırlamıştı… İlyas'ı son kez öperek:

- Ben ara sıra gelir seni dolaşırım, dedi ve küçük bebesiyle yeni evleneceği adamın yanına oturdu.

Fikriye, ayrılırken üzüntüsünü gizlemeye çalışmış, İlyas ise içeriye kaçmıştı.

İlyas, üçüncü sınıfa kadar dedesi ve ninesi ile yaşamaya devam etti.

Annesi, evlendikten sonra birkaç kez geldi görmeye İlyas'ı… Adamın soğuk halinden ve sert bakışlarından hiç hoşlanmamıştı… Annesini anlayamadığından bir türlü affetmiyordu.

Giderek annesi ile bağları iyice kopmuştu.

İyice yaşlanmaya başlayan dedesi ile ninesi onu 4. sınıfta yetiştirme yurduna vermek zorunda kaldılar…

İlyas, yurtta yatıp kalkıyor, kenar mahalledeki ilkokula gidip geliyordu. Orada kaderini paylaştığı, kendisi gibi yetim birçok arkadaşı vardı…

Fazla sorunu olmadı burada…

Öğretmeni Metin Bey, baba şefkati ile korudu hep İlyas'ı… Onu hep anladı… Özel ilgisini hiç esirgemedi…

Sesi güzel olan İlyas, yanık bir türkü öğrenmişti. Öğretmeni müzik derslerinin sonlarında mutlaka İlyas'a o türküyü söylettirir, o hüzün dolu ezgiye diğer öğrencilerle birlikte eşlik ederdi…

Akşam oldu kuşlar döndü yuvaya…

Sen gittin de dönmüyorsun sılaya

Hayırsız... Hayırsız....

Biter mi bu hasret bu hasret…

Biter mi bu dertler bu dertler…

Biter mi söyle…

dizeleri, öğretmeni ve arkadaşlarını çok etkiler, içleri burkulurdu… İlyas'ın bu şarkıyla sitemlerini, anlatmak istediklerini öğretmeni de arkadaşları da az-çok anlamışlardı…

Veda gününde son kez bu şarkıyı söylerlerken sınıf gözyaşı denizine boğulmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamışlardı…

Ama bir gerçek vardı, o gerçeği yalnız Metin Öğretmen ile kendisi biliyordu… O da yetiştirme yurdunda büyümüş, oradan öğretmen okuluna geçip öğretmen olmuştu…

Metin Öğretmenle İlyas arasındaki empatik yaklaşımın nedeni bu idi… Her ikisinin de kaderleri bir noktada kesişiyordu. Her ikisi de yetim büyümüşlerdi…

Ortaokula iki yıl devam etti İlyas… Ardı ardına iki yıl sınıfta kalınca okuldan ve yurttan ayrılmak zorunda kalmış, dört yıl önce ayrıldığı kasabaya, dede ve ninesinin yanına dönmüştü…

Eve geldiğinde Zehra Nine'si yer yatağında hasta yatıyordu. İyice çökmüş ve yüzü solmuştu… Üzerindeki giysiler dört yıl önceki giydikleriydi. Buruk bir sevinçle öptü ninesini… Bir zamanlar annesi, babası ve kardeşi ile birlikte yaşadığı bu eve dönmek; az-çok yine de mutlu etmişti onu… Çünkü dedesi ve ninesi yeterdi ona… Amcaları da İstanbul'a taşınmışlardı…

Bir zamanlar cıvıl cıvıl sesler olan bu geniş bahçedeki ıssızlık çok tuhafına gitmişti… Ama alışmak zorundaydı…

Birkaç gün aylak aylak dolaştı kasabada İlyas… Arkadaşları ya bir işe girmiş çalışıyorlar; ya da ortaokula devam ediyorlardı. Giderek aylaklıktan ve yalnızlıktan sıkılmaya başlamıştı.

Bir akşamüzeri İlyas, yatalak ninesine su vermeye çalışırken dedesi heyecanla içeriye girdi, İlyas'a:

- Artık yeter boş boş gezdiğin, sana iş buldum, çayocağında çalışacaksın, dedi…

İlyas, sevincinden o gece uyuyamadı.

 

Sabah erkenden evden ayrılıp, çarşıda hükümet konağına yakın bir yerde bulunan üç katlı bir işhanına girdiler…

Hemen ilk katta, merdiven ayağında idi çalışacağı çayocağı…

Dedesi, yeni patronu Vedat'la tanıştırdı İlyas'ı… Vedat, 30-35 yaşlarında eli-yüzü temiz olup kılık kıyafetiyle titiz birine benziyordu. Saçlarını briyantinle taramıştı.

Meşrubat kasalarının üzerine oturup birer çay içtiler birlikte…

Patronu Vedat, İlyas'ın yüzhatlarına bakıp, “bu Japonlar'a benziyor” dedi, daha İlyas'ın adını sormadan…

Gülerek:

- Sana bundan sonra Japon, desem daha iyi olur, dedi… İlyas, bu lakaptan hoşlanmadı, ama ses de çıkarmadı.

Dedesi 'eti senin, kemiği benim' dedi Vedat'a ve çekti, gitti.

İlk günlerdeki acemiliklerini çabuk atlattı, İlyas… Çay taşımayı, bardak yıkamayı, temizliği, müşterilerle diyaloğu çabuk öğrendi…

İşhanındaki işyeri sahipleri onu 'Japon' diye tanımışlardı. Sesleniyorlardı ona üst katlardan:

- Japon, üç çay…

- Soda soğuk olsun…

- Geç kalma…

- Dönüşte marka getirmeyi unutma…

Arada sırada takılırlardı…

- Sevgilin var mı Japon?..

Patronu onun çalışırken çevik ve azimli oluşunu gördükçe seviniyor, memnun oluyordu… Çok konuşuyordu ama

İlyas için fark etmezdi…

İlk cumartesi akşamı çayocağını birlikte güzelce temizlediler… İşleri bittikten sonra, patronu yeşil yeni bir on lirayı masanın üzerine attı…

- Al, Japon bu haftalığın, dedene teslim et, sakın boş yere harcama, öğreneceğim ne yaptığını, ona göre…

Vedat'ın bu babaca yaklaşımı İlyas'ın yüreğini serinletmiş, ustasını sevmeye başlamıştı.

Birlikte çıktılar işhanından…

Yolda patronundan ayrılan İlyas, eve doğru adımlarını hızlandırdı…

Dedesi evde yoktu. Kapıyı açtı heyecanla… Ninesi yer yatağında uyukluyordu… Kısık gaz lambasını açtı, aydınlandı içerisi biraz…

Ninesi, gözlerini açtı, yavaşça…

Ninesinin yanına uzandı İlyas, bir elini açtı, on lirayı koydu.

- Bak nine, bu haftalığım on lira… Sende dursun…

Ninesi kırık bir sesle söylendi:

- İstemem oğlum, dedi… Ne yapayım ben parayı, sen kazandın, sen harca…

Para, İlyas'la ninesinin birleşen avuçları arasında sıkışıp kalmıştı.

Fazla konuşmadılar… Uyuklamaya başlarken düşünüyordu İlyas

Hayatında ilk kez para kazanmıştı… Çalışarak helal lokma yiyecekti. Mazide kalan çok şeyi unutmuş, ilk kez mutlulukla tanışıyordu…

Hayat, hiçbir şeyi hazır vermemişti İlyas'a…

Zaten herkese de vermek zorunda değildi.

Ona temiz kullanması için görünmeyen bir defter uzatıyordu…

İlk sayfasında 'kaderini kendin yaz' öğüdünü bilmiyordu…

Ama, yeni adını çok iyi öğrenmişti İlyas

O, yeni adı;

Japondu, JAPON!...

1996, İstanbul, Gaziosmanpaşa

Sevgiyle kalın.